Friday, December 31, 2010

2011

Vermont'da, çok da eğlenmediğim bir yeni yıl organizasyonuna katılmış durumdayım. 2010'a San Francisco'da Lombard caddesi üzerindeki en güzel evlerden birinin terasında Alcatraz Adası'na ve Coit Kulesi'ne bakarak girmiştim. Keşke çıkışı da San Fracisco'da yapıyor olsaydım. Her neyse, keşkelerle bitirmeyelim yılı. Şu anda üç günlüğüne L.E.'nin ve D.K.'nin arkadaşlarıyla kiraladığımız kulübedeyiz. Ben burada sadece iki gece kalmayı düşünüyorum ama. Bu gece son. Tanımadığım bir sürü insanla iki tane tuvaleti paylaşıp yeni yıl gecesini geçirmek benim eğlence anlayışıma pek uymuyor. Zaten en başından evet demekte çekinmiştim. Belki de yeni yılda başarmaya çalıştığım şeylerden biri "hayır" diyebilmek olmalı. Evet, huysuzum biraz bugün. Bütün gün karnım ağırdı ve herkes kayak yaparken biz sadece yürüyüş yapmakla yetindik. Bunlar soğukta ve uykusuz geçen bir gecenin üstüne geldi tabi. Tuvalette el sabunu yoktu ve bizim odamız yola baktığından araba sesleriyle doldu, sabah.

Daha da huysuzlanabilirim aslında; bunun için gerekli potansiyelim var. Ama yapmayacağım. Yılın son gününü somurtarak geçirmeyeceğim. Belki biraz daha şikayet ederim; ama o kadar! Bu yıl hayatımda büyük değişiklikler oldu. S.E. okula bir yıl ara verdi benimle beraber olabilmek için. Ben yeterlilik sınavımı geçtim ve almam gereken derslerin hepsini aldım. Blog yazmaya başladım. Settle'dan Boston'a taşındım. Harvard'da ziyaretçi doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladım. Köpek sahibi oldum. En son olarak da en iyi arkadaşlarımdan T.B.'yle beraber bir projeye başlamaya karar verdik. Şimdilik bu proje hakkında bir şey söylemek istemiyorum; çünkü çok yeni. Ama çok heyecanlıyım. Yakında daha fazla bilgi vereceğim proje hakkında.

Her ne kadar yeni yıla yepyeni bir başlangıçmış gibi bakmıyor da olsam insan daha iyi nasıl olurum diye sormadan edemiyor her fırsatta. Benim alklıma gelen ilk şey daha az tembellik etmek. Eğer daha az tembel olur, kendime ek bir iş bulursam kendimi başarılı sayacağım.

Benden bu yıllık bu kadar. Hepinize mutlu yıllar!

Monday, December 27, 2010

Tembellik Günleri

Bugünü de dünki gibi evde hiçbir şey yapmadan geçirdik. Dün buralarda kar fırtınası vardı. Çok kar yağdı tabi ki. Evde oturmak için bahane çıktı bize de. Tatil keşke hiç bitmese.

Dün buraya koymayı unutmuştum Lupin'in ben yemek yaparken çekilen bir fotoğrafını.


Bugün gerçekten de çok tembelim. O yüzden ancak bu kadar yazabiliyorum. Yarın daha üretken bir gün olacak bence.

Sunday, December 26, 2010

Noel Yemeği

Cuma sabahı, her zamanki saatte uyadim. Lupin'i dışarı çıkardıktan sonra elektronik posta kutuma göz attım ve haberleri okudum. Ardından mutfağa gidip kollarımı sıvadım. Perşembe akşamı krem peynirli turtanın ve kişin hamurlarını hazırladım. Turtayı akşamdan pişirdim ve buz dolabına koydum.

Ben ve turtam
İyi ki de turtayı önceden yapmışım. Sabahtan akşama kadar yemek yaptığım halde her şeyi yetiştiremezdim bunları önceden yapmasaydım. Her neyse, sabah ilk olarak patates ve pırasa çorbasını yapmaya koyuldum.




Bu çorba tahmin ettiğimden daha lezzetli oldu. İçine sadece pırasa, patates ve su koyuluyor ve pişince içindekiler iyice eziliyor. İçine konan su da tavuk suyu falan değil. Bildiğiniz içme suyu. Çorba severlere tavsiye ederim. Üç iri patates, üç pırasa, sekiz su bardağı su ve bir corba kaşığı tuz.

Çorbandan hemen sonra kişi pişirdim. Bu arada, yaptıklarımın içinde en çok beğendiğim kiş oldu. Aslında kiş kahvaltı için çok ideal; ama yemek öncesi misafirleri oyalamak için de bire bir.

Kişin içine koyduğum mantarlar
Mantarlı kiş
Bu arada menüde büyük değişiklikler yaptım son anda. Eşim bana tatillerin geleneksel yiyeceğinin rosto olduğunu söyleyince ben de şarapta pişmiş etten vaz geçip kuzu bacağı pişirmeye karar verdim. Yanına da bir sürü garnitür hazırladım. Bu arada hemen belirtmeliyim ki Fransız mutfağının sırrı her yemeğin içine kalıp kalıp tere yağı konması. Yaptığım her şey çok lezzetli oldu (misafirlerim de benimle aynı fikirde); ama her yemeğin kalori miktarı da oldukça yüksekti tere yağı yüzünden. Neyse, yaptığım garnitürlerden ilki tere yağında havuçtu. Eşim de kısık ateşte pişirilmiş lahana yaptı.





Garnitürler içinde en çok beğendiklerim yine tere yağında pişen soğan ve patatesti.

Beyaz soğanlar

Patatesler
Kuzunun piştikten sonra güzel bir fotoğrafını çekemedim. Elimdekilerle yetineceksiniz artık.











O gün gerçekten çok yoruldum; ama emeğime değdi. Hem yemek yaparken çok eğlendim hem de yaptıklarımı yerken.

S.E. ve ben
Yemek tabağım
Turtaya ek olarak bir de şerbetli portakal yaptım. Şerbet ve turta bir araya gelince ortaya harikalar çıktı.



Misafirlerimiz gelmeden önce birbirimize hediyeler verdik. Sanırım hediye kısmı yemekten daha heyecan vericiydi. 


Şöminemizi de ilk defa yaktık.



Bu, Boston'daki ilk Noel'imizdi. Dün akşama doğru S.E.'yle Cambridge'e gittik. Sokaklar bomboştu. Hava çok soğuktu. Bütün dükkanlar kapalıydı. Açık bir bar bulup birer içki içtik. Sonra da Coen kardeşlerin son filmi True Grit'i izledik. Bugün de evdeydik bütün gün. Dışarıda kar fırtınası var. Yarın kardam adam yapmayı planlıyorum. Bir de kahvaltıya kiş yapacağım. Tadına bakmak isteyen olursa bize beklerim.


Monday, December 20, 2010

Tatil

Cambridge'deki dört aydan sonra bloğumdaki fotoğrafı değiştirmeye karar verdim. Daha iyi bir fotoğraf çekince onu koyacağım. Bu gördüğünüz fotoğrafı eve yürürken John F. Keneddy köprüsünden çektim. Fotoğraftaki  nehir Charles Nehri. Biraz dikkatli bakarsanız suyun üzerindeki buz kalıplarını görebilirsiniz. Arkada gözüken beyaz kule Harvard Üniversitesi'nin lisans öğrenci yurtlarından birine ait. Bu yurdun çok güzel ve huzurlu bir avlusu var. Size daha çok fotoğraf sözü verdiğimi biliyorum; ama hava bu kadar soğuk olunca zorunlu olmadıkça dışarı çıkmak istemiyor insan. Önümüzdeki iki hafta tatil. Bu tatili Boston'ın güzelliklerini keşfetmekle geçirmek istiyorum. Bu da bol bol fotoğraf çekeceğim anlamına geliyor.

Bildiğiniz gibi Noel, bütün Hıristiyan ülkelerde büyük bir tatil. Sokaklar ve evler süslerle dolu. Noel'den zevk almak için Hıristiyan olmaya hatta tanrıya inanıyor olmaya da gerek yok. Burada birçok insan Noel'i aileleriyle bir araya gelmek, hayır işleri yapmak için bir vesile sayıyor. Biz de her yıl ailemizi ve arkadaşlarımızı yemeğe çağırıyoruz. Dell hayattayken arada da onun evine gidiyorduk Noel tatillerinde. Biz bu yıl Boston'dayız. Eşimin kardeşi L.E. ve onun kız arkadaşı D.K. geliyorlar iki geceliğine. S.E.'nin (eşim) babası S.H.E. de geliyor (zaten aynı şhirde yaşıyoruz onunla). S.E.'nin okuldan üç arkadaşı ve benim henüz kendisinden cevap alamadığım, üniversiteden arkadaşım O.B. de gelecek. Amerikalılar Noel'i aralık ayının 25'inde kutluyorlar. L.E., Noel'i D.K. ve ailesiyle geçirmek için St. Louis'e gidecek. O yüzden biz de Noel arifesi toplanıp yemek yiyeceğiz. Yemekleri ben yapıyorum. Yaptıklarımın resimlerini de buraya koymak istiyorum. Bu yılki menüyü Julia Child'ın "Mastering the Art of French Cooking" kitabından seçtim. Bu kitabı da kendimize Noel hediyesi olarak aldık.


Menüde patates ve pırasa çorbası, mantarlı kiş, kırmızı şarapta pişirilmiş biftek, tereyağlı bezelye ve krem peynirli turta var. D.K. aperatif olarak istiridye hazirlayacak. Şimdiden heyecanlanıyorum.

Bu yıl S.E. ile harcamalarımızı kısmaya karar verdiğimizen birbirimize hediye almaktan vazgeçtik; ama bu kitabı aldık. Bir de kendimize Singer dikiş makinesi aldık. S.E. kendi pantolonlarının boylarını kısaltmaya başladı bile. Ben de Lupin'e ceket dikeceğim. Daha önce dikiş makınasıyla hiçbir şey dikmedim. Bakalım bu işi kıvırabilecek miyim!


Benden bugünlük bu kadar. Size mutfak maceralarımdan bahsetmek için sabırsızlanıyorum.

Friday, December 10, 2010

-9 Derecede

Havalar iyice soğudu Boston'da. Gerçi iki haftadır güneş var her gün. Seattle bu kadar soğuk olmuyor; ama güneşin yüzünü pek görmüyor insanlar. Ne kadar korksam da geçmişte Boston'ın soğuğundan, yine de güneşi görmek beni mutlu ediyor ve soğuğa da pek aldırmıyorum. Gerçi -20'leri görünce fikrim değişebilir. Bugün labaratuara gelmek için evden çıktığımda hava -9 dereceydi. Sanırım gün boyunca sıcaklık sıfırın üstüne çıkmayacak. Varsın çıkmasın.

Benim asıl derdim havalar falan değil. Benim derdim bilim. Bilmem hatırlar mısınız geçen haftaydı sanırım, NASA, bir basın açıklamasıyla, arsenikle hayatını devam ettiren bir bakteri bulduklarını söylemişti. Türk basınında bu habere yer verildi; ama ardından gelen eleştirilerden bahsedildi mi bilmiyorum. Mikrobiyoloji alanında bilgili olduğumu söyleyemem; ama bilimsel araştırma yöntemleri hakkında yeterince bilgim var. NASA'nin Science dergisinde yayımladığı makaleyi okumadığım için ben herhangi bir eleştiride bulunamayacağım makaleyle ilgili; ama bu araştırmayı yapanların kullandıkları yöntemlerle ilgili olumsuz eleştiriler var. Bunlardan biri, bakterinin doğal ortamından alındıktan sonra fosfattan tamamıyla arındırılmadığı hakkında. Hatırlarsanız organizmaların hayatlarını sürdürmelerini sağlayan yapı taşlarından biri fosfat. NASA'nın iddiası, buldukları bakterinin fosfat yerine arsenik kullanabiliyor olması. Bakterinin labaratuar ortamındaki yaşam alnından fosfatı başarıyla çıkaramamışlarsa, bu iddianın bir geçerliği kalmamış oluyor.

Bilim insanları, bu tip önemli noktaları birbirleriyle tartışıyorlar. Çoğu zaman bu tartışmalar tatsız haller de alıyor. İşin bu kısmına girmek istemiyorum; en azından bu yazıda. Benim derdim medyanın bilimsel konulara yaklaşımı. Geçenlerde Sabah gazetesinde "bilimsel" bir çalışmanın sonuçlarından bahsetmişler. Yazıya göre, geceleri geç yatanlar erken yatanlardan daha zekiymiş. Bir de gazete gitmiş bir-iki nörologla konuşmuş bu bulgular hakkında ne düşündükleri hakkında. Adı geçen insanlar da fikir beyan etmişler. Bu yazıyı okurken nasıl sinirlendiğimi size anlatamam. Neden mi?
1) Bahsettikleri çalışmaya tam bir referans vermemişler. Ben bu çalışmayı bulmak istesem, belki istediğim makaleye ulaşamayacağım ya da bu iş uzun zaman alacak. Yapılan çalışmanın yayımlanıp yayımlanmadığını da söylememişler.
2) Araştırmanın nasıl yapıldığından bahsetmemişler. Hangi yöntemler kullanılmış bu çalışmada bilmiyoruz.
3) Sonuçlardan, sebep-sonuç ilişkisi varmış gibi bahsetmişler. Yani geç yatan insanlar zekidir diyorlar. Kanımca, bu çalışma korelasyon çalışması. Yani iki değişken arasındaki ilişkiye bakıyor; ama bu ilişki sebep-sonuç ilişkisi değil. Bir insanın hangi saatte yattığı ve o kişinin zeka kat sayısı arasında bir ilişki var demeleri gerekir. Bu ilişkinin sebepleri kimsenin tahmin edemeyeceği şeyler de olabilir.
4) Fikir belirten nörologlar ben bilim adamıyım diye de geçinmesin mümkünse. Kişisel görüşleri neyse (kişisel görüşler bilimsel değildir) ona göre yorum yapmışlar. Hele Türk Zeka Kurumu başkanının zeki bir insan olmasını beklerdim. Kendisinin "Bu doğru bir tespittir." önermesi, onun zekadan yoksunluğunun da bir göstergesi olmuş. Bu insanlar arasında çalışmaya temkinli yaklaşan tek kişi Sabri Derman. Sabri Bey, ben Boğaziçi'ndeyken Psikolojiye Giriş dersimizdeki profesörlerden biriydi. Bize nörobiyoloji öğretmişti. O zamanlardan beri saygı duyduğum birisidir. Yaptığı yorum, bahsi geçen araştırmanın sonucu için doğru ya da doğru değil demiyor. Bu buluşu destekleyebilecek çalışmaların varlığından bahsediyor ve uyku düzenini etkileyecek başka faktörlere dikkat çekiyor (genetik faktörler gibi).

Türkiye'de kaliteli bilim adamlarına pek fikir danışılmıyor malesef. Daha çok, bir şekilde ünlü olmuş, bir-iki televizyon programına çıkmış insanları bilim insanı ya da yetkin/bilir kişi diye, alıp karşılarına konuşuyorlar. Bu haberleri okuyanlarsa araştırmanın bilimselliğini sorgulamadan her duyduklarına inanıyorlar.

Benden bugünlük bu kadar. Sabah'taki yazıyı okumak isterseniz buraya tıklayın. Bilim hakkında kaliteli ve anlaşılır yazılar okumak için de iki arkadaşımın da yazarlık yaptığı Müspet İlimler Kumpanyası'na gözatabilirsiniz. Onun için de buraya tıklayın.

Tuesday, November 16, 2010

Birkaç Fotoğraf

Şu aralar çok meşgulüm; ama yazmıyor olmamın en büyük sebebi yorgunluk. İşin kötüsü bu perşembe St. Louis'e gidiyorum bir konferans için. Bir şey sunmuyorum; ama Cathleen'le (benim gayr-ı resmi danışmanım) konuşup üzerinde çalıştığımız deneyden bahsetmem gerekiyor. Bir de poster oturumları ve konuşmalar var zamanımın çoğunu alacak. Aslında bir doktora görünüp neden kendimi her zaman yorgun hissediyorum diye sormam lazım. St. Louis'den dönünce artık.

Bir-iki fotoğraf koymak istedim buraya. Birincisi bizim bahçenin köşesindeki ağacın fotoğrafı. Yaprakları sapsarı. Fotoğraf makinemi eşim babasına ödünç vermiş. Telefonumla çektim bunları. O yüzden fotoğrafların kalitesi pek yüksek değil.


Diğer iki fotoğrafta Lupin var. Tüyleri uzadı daha da tatlı oldu. Burada Lupin eşimin kucağında kefiyte.


Burada da Lupin koltukta keyifte.

Wednesday, November 10, 2010

Güle güle Dell

Dün akşam çok acı bir haber aldık. Eşimin babaannesini bir trafik kazasında kaybettik. Hala inişli çıkışlı bir ruh halimiz var. Dell, babaannemiz olması dışında ikimiz için de ilham kaynağıydı. Bağımsız, güçlü, zeki, esprili ve hayat dolu biriydi Dell. Ailesi o küçükken Texas'tan Minnesota'ya taşınmış. Çocukluğunu ve yetişkin hayatının büyük bir kısmını burada geçirmiş. Başından üç evlilik geçmiş. Başından geçmiş diyorum; çünkü evlendiği adamlar mutlu etmemiş onu; ama bir tanesi ona dört tane birbirinden güzel çocuk vermiş. Bu dört güzel çocuktan ikisi hayatlarını sonlandırmayı seçmiş. Dell, her ne kadar yıkılsa da yoluna devam etmiş. Çocuklarının babasıyla hayat çekilmez olunca kendini kütüphanecilik yüksek lisansına yazdırıp çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen bitirmiş programı iki yılda başarıyla. İş bulup ayrılmış kocasından ve çocuklarını tek başına büyütmüş Minnesota soğuğunda. Okullarda kütüphanecilik yapmış. Okumayı çok seven biri olduğu için her gün işe gitmekten büyük zevk almış. Nihayet zamanı gelip emekli olunca, Minnesota'nın karına kışına daha fazla katlanmak istemediğine karar vermiş. Arkadaşlarının, "Sen deli misin, ne işin var çölün ortasında!" demelerine kulak asmayıp Tucson, Arizona'ya yerleşmiş.

Ben Dell'le yaklaşık dört yıl önce tanıştım. Hayata bağlılığı ve enerjisi bana ilham verdi hep. Onun anlattığı aile öykülerini dinlemek beni hiç sıkmadı bazen aynı öyküyü birkaç kere dinlesem de. Ondan öğreneceğim çok şey vardı. Bana ördüğü bereye, kendi yapıp bize hediye ettiği yağlı boya tabloya, ben nasılsa öleceğim yakın gelecekte deyip bize verdiği gümüşlere bakıyorum şimdi. Hepsine gözüm gibi bakıp kendi çocuklarıma hediye etmek istiyorum hem bu eşyaları hem de Dell'in anısını.

Ne oldu da arabanı o direğe çarptın bilmiyorum; ama senin de istediğin gibi seninin için yas tutmayıp yaşamını kutlayacağımız bir parti vereceğiz. Seni kısa süreliğine de olsa tanıdığım ve kendi soyadıma evlendiğim için eklenen adın eski eşinin değil de seninki olduğu için çok mutluyum. Hoşçakal Dell. Seni çok seviyoruz.

Dell ve ölen kızı Sandy

Thursday, September 23, 2010

Lupin

Sonunda fındık faremize kavuştuk. Şimdi çok vaktim yok yazmak için; ama söz verdiğim fotoğrafı koymak istedim buraya... Sevgili okurlar, Lupin'le tanışın:


Bu arada hemen eklemeliyim ki Lupin adını kendi seçti. Ben Darwin'i daha çok beğenmiştim. Lupin'i hem Darwin hem de Lupin diye çağırdık birkaç kere. Sadece Lupin'e karşılık verdi.

Lupin, tüyleri uzayınca daha da güzel olacak. Heyecanla bekliyoruz.

Sunday, September 19, 2010

Boston'da Hayat

Aslında yazımın başlığı pek de doğru değil. Boston'da değil de Cambridge'de hayat demeliyim. Aslında o da doğru değil; Allston'da hayat desem daha doğru olur. İşin aslı Allston'da oturup Cambridge'de çalışıyor olacağım. Allston ve Cambridge'i birbirinden ayıran Charles nehri. Google Maps'ten haritaya bakınca anlaşılıyor hemen neresi Allston, neresi Cambridge. Nehrin kuzeyi Cambridge, güneyi Allston. Yakın zamanda resimler de koyacağım. Türkiye'deydim üç haftadır. İki gün önce döndüm. Henüz buraya alışamadım. Daha evimin yolunu bile rahat rahat bulamıyorum. Kendimi sokaklara atıp yolları, mağazaları, kafeleri, restoranları, kitapçıları, güzellik salonlarını vs. öğrenmem gerekiyor. Bir de eşimin sosyal hayatına ayak uydurmam gerek. Harvard Business School (nam-ı diğer HBS) öğrencilerinin ve eşlerinin birer sosyal kelebek olmalarını istediğinden ve etrafta birçok ilginç insan olduğundan sürekli bir sosyal organizasyona katılıyoruz. Bugün de on kişiyi bize yemeğe davet etti eşim. Kendisinden bundan sonra S.E. olarak bahsedeceğim. 

Bu arada unutmadan söyleyeyim, yol maceralarımızı yazacağım demiştim; ama ilk iki günden sonra arkadaşların evlerinde kaldık otel yerine. Öyle olunca yazacak vaktim ve de internet bağlantım olmadı. Resimler çektim yol boyunca. Onları da fotoğraf makinemin kablosunu bulunca koyacağım buraya. Aslında çok heyecanlı bir yolculuk geçirdik. Hortum tehlikesiyle karşılaştık Minnesota ve Wisconsin'de. Yol boyunca da bizi bir yağmur bulutu takip etti. Neyse, fotoğraflar yakında burada olacak.

Boston'a planladığımdan bir gün sonra dönmek zorunda kaldım hava muhalefeti ve kaçan uçak yüzünden. Bu yüzden çalışmaya bu salı başlayacağım. Okumam gereken makaleleri okmadığım için pazartesi gününü evde geçirmeye karar verdim. Daha önce ne yapacağımdan bahsettiğimi sanmıyorum. Bu yıl boyunca Harvard'da Brigham ve Kadın Hastanesi'nin Görsel Dikkat Labaratuarı'nda Todd Horowitz'le çalışacağım. Heyecanlıyım; çünkü hem Todd hem de Jeremy Wolfe alanlarının oldukça tanınan isimlerinden. Jeremy benim danışmanımı iyi tanıyor. Todd'da benim gayri resmi danışmanım olan Cathleen Moore'la iyi arkadaş. Bu yıl çok şey öğreneceğim ve bu tecrübe CV'imde de gayet güzel duracak.

Bu arada dün heyecan verici bir gelişme yaşadık S.E. ile. Öğlenden sonra Boston şehrinin hayvan barınağına gidip bir köpeği evlat edinmek için başvurduk. Bu pazartesi ya da salı günü bize haber verecekler başvurumuzu kabul edip etmediklerine dair. Barınaktayken istediğimiz köpeğin resmini çekmek hiç aklımıza gelmedi. Minnoşun adı Freckles; ama biz değistirmeye karar verdik. Aklımızda bir-iki isim var; Darwin, Lupin (Arsène Lupin'den), Oliver. Ben en çok Darwin'i beğeniyorum. Sizin aklınıza güzel bir isim geliyorsa lütfen yorum olarak yazın. Bu arada anlaşılacağı gibi Freckles erkek. Umarım bizi onaylarlar ve önümüzdeki hafta içi onu eve getirebiliriz. Freckles bir oyuncak poodle kırması. Küçücük bir köpek ve tüyleri dökülmüyor. Çok arkadaş canlısı. Eğer onu alabilirsek hemen resimlerini koyacağım buraya. Çok heyecanlıyım.

Benden şimdilik bu kadar. Birazdan Sevan Bakery adında bir Ermeni marketine gidip yiyecek alacağız. Bu akşama şis kebap, patlıcan salatası, tarhana çorbası, sütlü irmik tatlısı ve Sevan'dan hazır alıp fırında pişireceğim su böreği hazırlayacağım. Yakın zamanda buradaki hayatımla ilgili daha çok şey yazıp, etrafı tanıtmak için fotoğraflar koyacağım.

Thursday, August 12, 2010

Idaho ve Montana

Sabah sekizden gece on ikiye kadar yoldaydık. Bu sefer erken kalkmayı başardık ve hemen yola koyulduk. Washington eyalet sınırında bizi Idaho karşıladı. İlk önce çok kurak ve düz görünen eyalet daha sonra yemyeşil bir cennete dönüştü. Aşağıdaki gölden Montana'ya girmeden yaklaşık iki saat önce geçtik.


Yolun bu kısımdan sonrası oldukça sıkıcıydı. Ağaçlar seyreldi, sonsuz bozkırlar karşımıza çıktı. Öyle yerlerden geçtik ki iç sıkıcı Amerikan filmlerinde görmüşsünüzdür. Jennifer Lopez'in de oynadığı "U-Turn" mesela. Tuvalet molası vermek ve öğlen yemeği yemek için çok küçük bir kasabada durduk. Kasabanın sadece bir sokağı vardı. Telefonlarımız çekmiyordu. Zar zor yarısını yiyebildiğim bir salata ile ufak bir bardak çorba içtim.  Akşam ona kadar da başka bir şey yemedim. Bu küçük kasabadan çıkca yolda "Testicle Festival" afişleri gördük. Sanırım Montanalılar boğalara takmış durumdalar. Bu da ne ola ki diye düşünürken tesadüfen bu festivalin yapıldığı yerde durduk tuvalete gitmek için; ama benim gözüm pek tutmayınca mekanı, hemen kendimizi yola vurduk. Bu güzide yerin fotoğrafı da hemen bu cümlenin altında!



Uzun bir gün oldu bu gün. Yolun bir kısmında yağmur yağdı gök delinmişcesine. Akşam Billings diye bir yerde kalacaktık. Saat dokuz gibi vardık oraya; ama gittiğimiz bütün oteller doluydu. İnin cinin top attığı yerde neden bu kadar insan var diye merak ettik. Meğer bir konser varmış civarda. Kimin konseri diye sormadım. Bir de eyalet fuarı yapılıyormuş yılın bu zamanı. Otellerde yer bulamayınca birkaç saat daha yol gitmek zorunda kaldık. Nihayet bedava kahvaltı ve interneti olan bir motel bulduk. Sabah yine erken kalkacağız. 

Bu arada yaptığımız planın gerisinde olduğumuz için Yellow Stone Milli Parkı'na gitmemeye karar verdik. Umarım önümüzdeki yaz oraya küçük bir kaçamak yapabiliriz.



Wednesday, August 11, 2010

Doğu Washington

Dün gece saat beşte yattık. Ne kadar çok eşyamız varmış meğer! Ivır zıvırın toparlanması, evin temizlenmesi derken çok yorulduk. Sabah erken kalkarız diyordum; ama beşe kadar popomuzun üstüne oturamadığımız için ne kadar uyusak kardır deyip saat ona kadar uyuduk. Yataktan çıkar çıkmaz hemen işe koyulduk. Kalan eşyaların toplanması, evi süpürmek, elektronik aletleri geri dönüştüren fabrikamsı yere gitmek, çöpe atılacak eşyaları, para ödeyip (30 dolar) atabildiğimiz yere gidip, evimizi ev sahibine depozitomuzu alabilmek için göstermek derken saat akşam beş oldu. İptal ettirdiğimiz kablolu televizyon ve internet servisinin bize sağladığı modem ve uzaktan kumandayı da Microsoft'un ofisinin bulunduğu Redmond'a götürmemiz gerekti. Uzuuun bir kuyruk vardı orada. Nihayetinde bizi doğuya götürecek eyaletler arası otobana (Interstate 90) saat yedi gibi varabildik. O yorgunlukla fotoğraf falan çekemedim. Zaten hava karardı biz yola çıktıktan bir-iki saat sonra. Bu akşam şöyle kısacık bir rapor vereyim dedim nerede olduğumuzla ilgili. Dört saat boyunca, saatte yetmiş mille yol aldıktan sonra hala eyaletten çıkabilmiş değiliz. Yarın Spokane'den geçip (Washington eyaletinin en doğusundaki şehir) Idaho'ya geçeceğiz. Oradan da ver elini Yellow Stone Milli Parkı. Orada bol bol fotoğraf çekeceğim.

Benden şimdilik bu kadar. Yorgunum ve uyumak istiyorum.

Saturday, August 7, 2010

Seattle'da Son Üç Gün

Seattle'daki son hafta sonumuz geldi çattı. Taşınmamıza bu kadar az kala bütün eşyalarımızı toplamış oluruz diye düşünüyordum; ama her zamanki gibi işlerin sadece yarısını tamamladık. Evimiz darmadağın. Yapılacak tonlarca iş var. Gündüzlerimizi tembellikle gecelerimizi de temizlik ve toparlanmakla geçiriyoruz. Aşağıdaki fotoğraflarda evin ne kadar dağınık olduğunu görebilirsiniz.




























Tabi bu gördükleriniz sadece dağınıklığın bir kısmı. Daha yatak odası ve ofis var karman çorman olan. Dolaplarımızı boşaltmamız, banyoyu toparlamamız ve tabak çanağımızı kırılmamaları için özenle paketleyip kutulara yerleştirmemiz gerekiyor. 

Seattle'a tam dört yıl sonra veda etmek benim için hiç de kolay değil. Seattle'a geldiğimde adı Bainbridge olan, Seattle'dan yarım saat uzaklıktaki bir adada yaşıyordum. O zamanlar sürekli yağan yağmuru, otobüse yetişmek için koştura koştura çıktığım yokuşları, kötü kokulu otobüsleri hiç sevmemiştim. Labaratuarda beraber çalıştığım arkadaşıma nasıl hep Amerika'nın doğu yakasında yaşama hayalleri kurduğumu, özellile Boston'a gitmek istediğimi söyleyip duruyordum. Bir buçuk yıl o adada yaşadıktan sonra şu anda yaşadığım apartmana taşındım. Oturduğum mahalleye alışmam hiç de uzun zaman alamadı. Etrafımızdaki kafeleri, barları, restoranları keşfetmem, her yere yürüyerek gidebileceğim gerçeği, zamanla aşinalaştığım yüzler bana Seattle'ı sevdirdi. Havasının, suyunun kıymetini anlar oldum. Özellikle geçen yıl eşimi ziyaret için gittiğim Boston'da kışın ne kadar soğuk olabildiğini görünce Seattle'a daha da bir bağlandım. O yüzden şimdi elveda demek çok zor geliyor. Gözlerim doluyor. Her gün yürüdüğüm sokakların en önemsiz gibi gözüken ayrıntılarına bile uzun uzun bakıyorum her şeyi aklıma kazımak için. Eşyalara ve mekanlara bu derece bağlı olmak bilmem sağlıklı mı; ama elimde değil. Her veda hayatımın önemli bir bölümünü geride bıraktığım anlamına geliyor. Yeni bir mecaraya başlamakla aynı şey bu; ama tamamen güle güle demeden, arama o alışıp bağlandığım yerle en az yüz kilometre koymadan ileriye bakamıyorum işte. Gitmeden son bir defa yapmadığım şeylere hayıflanıp duruyorum. Örneğin Bainbridge'e bir kez daha gitmek isterdim. Pasifik'in insanın ensesini diken diken eden sularına ayaklarımı bir kez daha sokmak isterdim. Union ve Washington göllerinde bir kez daha yelkene gitmek isterdim. Şimdi bunların hiç birine zaman kalmadı. Tek avuntum gelecek yazı burada geçirecek olmamız. 

Salı sabahı yola çıkmadan önce, daha önce resmini buraya koyduğum Cafe Niko'yu uzun bir süreliğine son kez içeceğiz. Sonra Idaho, Montana, South Dakota, Wisconsin, Illinois, Michigan, Ohio, Pennsylvania ve nihayet New York'tan geçerek Massachusetts'te varacağız. Eğer üşengelik etmezsem ve internet bağlantım olursa size yolumun geçtiği yerlerden yazıp sizinle fotoğraflarımı paylaşmak istiyorum.

Şimdi işimin başına geri dönmem gerekiyor. Bana şans dileyin!

Friday, June 18, 2010

Yazın Getirdikleri: Soğuk Hava, Bolca İş, Ufak Haftasonu Kaçamakları

Seattle'a yaz geldi. Kışlık mantolar hala üzerimizde. Yanımızdan atkılarımızı ve şemsiyelerimizi eksik etmiyoruz. Gün oluyor rüzgar iliklerimize işliyor. Çok da şaşırlacak bir şey değil bu tabi. Seattle, Amerika'nın kuzey batısındaki değer yerler gibi nazlanarak bırakıyor kışı geride. Hava kötü olunca da çalışmak daha kolay oluyor. Dolayısıyla ben bu soğuk havayı nimetten sayıyorum; çünkü Seattle'dan ayrılıncaya kadar bitirmem gereken tonlarca iş var.



Yaklaşık bir ay kadar önce hani şu harıl harıl çalıştığım sınavımı geçtim. Yani artık resmi olarak doktora adayıyım. Sınavı geçtiğimden beri içimde büyük bir huzur var. Artık doktora tezim için veri toplamaya başlayabilirim. Veri toplamaya başlayabilmek demek, elimde çalışır durumda olan bir deney programı olması demek. Neyse ki programdan da önemli olan, nasıl bir deney yapmak istediğini bilme aşamasını çoktan geçtim. Ne yapacağımı biliyorum. En kısa zamanda programlama yapmam gerekiyor. Kolları çoktan sıvadım bu iş için. Önümüzdeki hafta da programı çalışır hale getirmek istiyorum ki bir an önce pilot çalışmamı yapabileyim. Her şey yolunda giderse (ekranın kalibre edilmesi, göz hareketlerini takip eden sistemin programa yerleştirilmesi vs.) veri toplamaya başlamam an meselesi.

Bu, işin benim kendi araştırmamı ilgilendiren kısmı. Bir de yaz boyunca para kazanmak için yapmam gereken iş var. Amerika'da oldukça tanınmış bir bilim kadını var; Davida Teller. Benim danışmanım Davida'yla uzun yıllar çalışmış. Davida çok yaşlı ve hasta. Sağlığı kötülemeden önce bir ders kitabı yazdı; ama kitabı yayımcıya gönderecek hale sokamadan iyice hastalandı. Benim danışmanım da bu işi üzerine aldı. Bana da ona yardım etmek düştü. Şimdi bu kitabın figurlerini tarayıp, bilgisayara aktarıyorum. Bir de belgeleri word'den LaTex diye bir programa geçiriyorum. Bu arada LaTex'i herkese tavsiye ederim. Biraz kodlama gerektiriyor; ama word'den bin kat iyi.

Ağustosun sonunda eşimle beraber, eşyalarımızı yükleyeceğimiz kiralık bir kamyonetle Boston'a yola çıkacağız. O zamana kadar bu işleri halletmem gerekiyor. Tabi evin toparlanması, beraberimizde götürmek istemediğimiz eşyaların satılması ve Seattle ve civarında görmek istediğimiz yerlere gitmemiz hep zaman ve enerji alıyor. Bakalım her şeyi her zamanki gibi son ana bırkmadan halledebilecek miyiz.

Gelelim hafta sonu kaçamaklarına. Geçtiğimiz hafta sonu Kanada'ya gittik. Vancouver Seattle'dan üç saat uzaklıkta arabayla. Normalde Türk vatandaşlarından vize istiyorlar; ama benim yeşil kartım olduğu için elimi kolumu sallaya sallaya girdim ülkeye. Hava ağzımızı açık bırakacak kadar güzeldi. Vancouver Seattle'dan daha büyük bir kent. Kentin içi su dolu. Yani İstanbul gibi denizle cevrili ve deniz karanın içine kadar giriyor (Haliç gibi). Sahil kenarlarında çok güzel parklar var. Ayrıca dağlar da kente çok yakın. Seatlle da deniz ve göllerle çevrili; ama sahil kenarları hep kişilere ait ya da marinalar var. Parklar, meydanlar ve kafeler, Amerikalıların zevksizliginden midir nedir, herkesin zevk alacağı mekanlara kurulmuyor. Örneğim burada özel sahiller var. Yani, adamın biri bir sahili satın alabiliyor. Öyle olunca da halkın bu sahilden faydalanması mümkün olmuyor. Kanada'da bu durum nasıl bilmiyorum; ama sanırım sahilleri halkın kullanabileceği gibi planlıyorlar. Yani sadece zengin birkac kişi değil herkes sahilde oturmanın, aileleriyle piknik yapmanın keyfini çıkarabiliyor.

Yakın bir zamanda yine hafta sonu kaçamağına çıkacağiz. Bu sefer rotamız Washington eyaletinin ünlü San Huan adaları.

Bu arada yukarıdaki fotoğraf beim ofisimden. Bilgisayar ekranımın hemen yanında bir pencere var. O yüzden parlak fotoğrafın sağ tarafı.

Friday, April 30, 2010

Çok Soğuk

Hava Seattle'da ısınmadı bir türlü. Su an evdeyim ve çok üşüyorum. Ne zamandan beri ha ısındı ha ısınacak diye diye beklemekten ağaca döndük. Kışı bahar gibi geçirdik, baharı da kış gibi geçiriyoruz. Yeni bisikletim evde hapis kaldi havalar ısınmayınca. Neyse ki önümüzdeki perşembe Florida'ya gidiyorum. Görsel Bilimler Topluluğu'nun konferansı var Naples'ta, sahilde bir otelde. Perşembeden çarşambaya kadar orada olacağım. Soğuk şehirlerden sıcak kumlara uzanacağım. Buraya yaz gelene kadar sürecek ısıyı kemiklerimde toplayıp da döneceğim.

Cuma cuma, akşam yedide öğrencilerle pazartesi günki sınav için tekrar yaptık. Eve saat dokuzda geldim. Şimdi de gözlerimi zar zor açık tutuyorum. Yarın erken kalkmak istemiyorum; ama yapacak iş çok her zamanki gibi. Öncelikle okumam gereken bir makale var. Sonra, genel sınavımda bana sorulan sorulardan birnin üzerine biraz daha düşünmem gerekiyor. Sonra konferansta sunum yapacak iki kişinin geçmiş makalerini bulup bir-iki tanesini okumam gerekiyor Florida'ya gitmeden önce. Bir de alış veriş yapmam gerekiyor. Alış verişin bir kısmını yarın bitireceğim. İşin ağda, manikür, pedikür (bu işleri kendim hallediyorum) gibi kısımlarını da önümüzdeki hafta içi halledeceğim.

Artık sabrım kalmadı. Bir an önce güneşe ve okyanusa kavuşmak istiyorum!

Sunday, April 25, 2010

Özgürlük Gibisi Yok

Çok uzun zamandır yazmadığımın tabi ki farkındayım. Genel sınavıma çalışmakla meşguldüm. En son yapacağım sunumdan bahsetmiştim. O sunum gayet güzel geçti. Sunumdan iki hafta sonra makalesini sunduğum kişiyle, John Maunsell, tanıştım. Çok karmaşık bir deney yapmışlar, sunumumdan sonra bana eski bölüm başkanımız teşekkür etti. Kendi okuduğunda pek iyi anlamamış makaleyi. Tabi biraz da abartıyordu; ama gerçekten detayına inip okumayınca çok da anlaşılır değildi.

Neyse, sunumun ardından kendimi mümkün olduğunca sınavıma hazırlanmaya verdim. Sancı ve sabırsızlık dolu bir ay sonunda geçen cumartesi günü yazılı sınavıma başladım. Her soruyu cevaplamak için iki gün sürem vardı. Öncelikle genel sınav ne onu söylemem lazım. Amerika'da sanırım bütün üniversitelerde var bu sistem. Doktora öğrencileri, genellikle ilk yıllarından sonra bir ara bir yeterlilik sınavına giriyorlar. Bu sınavın şekli şemali her okula, bölüme, hatta danışmana göre değişiyor. Değişmeyen tek şey sınav için öğrencilere verdikleri baba gibi bir okuma listesi. Bu sınavın bir yazılı bir de sözlü kısmı oluyor. Benim sınavımda dört ana başlık vardı. Birinci başlık seçici dikkatti (selective attention), ikinci başlık bölünmüş dikkatti (divided attention), üçüncü başlık dikkat fizyolojisiydi (physiology of attention) ve dördüncü başlık görsel hafıza ve psikofizikti (visual memory and psychophysics). Ben işe kolay olanla başladım ve öncelikle seçici dikkat konusunun sorularını açtım. Üç sorudan birini seçtim. İkinci olarak da en zor olacağını tahmin ettiğim psikofizik sorusunu açtım ve en zor soruyu seçtim. Nedenini hiç sormayın. Kolaya kaçtığım azdır; bir nevi kaşınma hadisesi de diyebiliriz. Nihayetinde dün bütün soruları bitirdim. Artık özgürüm. Evet, daha sözlü sınav var; ama olsun. En azından bir, bilemedin iki saatte bitecek sözlü, bir hafta sürmeyecek.

Sınav mınav derken çarşamba gününe denk gelen doğum günümden de pek bir şey anlamadım açıkçası. O günü evde çalışarak geçirdim. Hava da yağmurluydu zaten. Akşama güneş çıktı. Eşim beni çok şık, deniz kenarında bir restorana götürdü. O birkaç saat günün en güzel anıydı sanırım. Gerçi gündüz arayan soran ve mesaj atanlar da beni çok mutlu ettiler. Hatırlanmak güzel şey. Bu arada doğum günümde bir de Amazon Kindle sahibi olsum. Eşim sağolsun, uzun yolculuklarda yanımda kitap taşırken aman sayfaları kırıştı, aman çantamda da yer kalmadı kitabıma gibi sorunlarıma çözüm olsun diye almış. Benim gerçek kitaplardan ('gerçek' kitapla ne demek istediğimi biliyorsunuz herhalde) vaz geçecek halim yok tabi. Kitapları elime alıp, sayfalarını karıştırıp, kokularını içime çekmekten nasıl vazgeçebilirim ki zaten? Bir de bazen edebi değeri pek olmayan; ama eğlenceli kitaplar oluyor ya, onları Kindle'da okurum diye düşünüyorum.

Hmmm, başka ne oldu bakayım buraya yazmayalı? Hah, öncelikle hemen piyano dersleri almaya başladığımı söylemem lazım. Hafatada bir saat; ama çok eğlenceli. Evime de çok yakın hocamın evi. Bir ara çaldığım basit bir şarkıyı kaydedip koyacağım buraya. Onun dışında, artık gözlüklerime ek olarak kontak lens de aldım. Spor yaparken, güneş gözlüğümü kullanacaksam iyi oluyor; ama hala tam olarak alışmadım. Gözlerim çok kuruyor. Ha bire de damla damlatılmaz ki canım! Son olarak da Cambridge, Massachusstes'te ev bakıyoruz kiralık. Hayırlısı diyelim. Beğendiğimiz bir yer var. Olursa daha yazar, belki fotoğrafını bile koyarım.

Şimdilik benden bu kadar. Sanırım artık daha düzenli yazabileceğim. Yaşasın özgürlük!

Saturday, March 20, 2010

Yüksek ökçeler

Çok yoruldum yine. Eşimle akşam yemeğine Ristorante Machivelli'ye gittik. Adı çok şık bir yermiş izlenimi vermesine rağmen aslında salaş bir İtalyan restoranı. Harika bir makarna yedikten sonra bizim mahallede yürüyüşe çıktık. Birisi bana alçak da olsa topuklularla yürüyüşe çıkmamayı hatırlatsın lütfen. Ayakkabılarımın resmini koyayım da renk olsun.


Bu ayakkabıları San Francisco'daki Nordstrom'dan aldım aralık ayında. Çok da severek aldım, ama topuklu özürlü olduğum için giyemiyorum pek. Hele de Seattle gibi yokuşu bol memlekette iyice zor. Yüksek topuklu ayakkabı giyebilenlere çok özeniyorum. Bilmem size de olur mu; ama ben günün çoğunu evde geçirip dışarı çıkma hayalleri kurduğum zamanlarda bir yandan da ne giyeceğimi hayal ederim. Niye hayal ediyorsun, giysene istediğini diyebilirsiniz tabi. Evet, ama o özenle seçilmiş kıyafetlerin içindeyken ders çalışmak nedense üstümdekilerin güzelliğini gölgelermiş gibi geliyor. Günlük ders çalışma limitimi doldurunca hemen attım kendimi dışarı. Dün akşam da giymiştim bu ayakkabıları. Bugün normalden biraz fazla yürüyünce ayaklarımı acıtmaya başladılar. Kendimi eve nasıl attım bilmiyorum. Şimdi de ayağımda sıcacık ev terliklerim var... Film izliyoruz. Bu kadar bugünlük.

Tuesday, March 16, 2010

Yüksek binalar

İki haftadır damarlarımda kan yerine stres dolaşıyor. O mutlu mesut blog yazımı yazdıktan bir-iki saat sonra bilgisayarımın sürücüsü bozuldu. Sunumumu tekrar hazırlamam gerekti. Gül gibi çalışan bilgisayar programımı kaybettiğim için yenisini yazmam gerekti. Matlab ustası olmadığım için kara kara nasıl yazmıştım acaba diye düşünüyorum; hala bulamadım. Sonra bizim çeyrek dönemin sonuna geldiğimizden ögrencilerime sınav tekrarı hazırlamam gerekti. Bunun için daha önce okumadığım üniteleri okumam gerekti ki bu da üç-dört saatimi aldı. Sınav test usulü olmasına rağmen bir tane de kompozisyon sorusu vardı. Onu okuyup notlandırmam gerekti ki bu akşam bitirdim nihayet. Psychological Science'a yolladığım makalemi daha uzun bir formatta yazmamı istedikleri için yapılacak işler listesine bir de bu eklendi. Aynı zamanda nisanda gireceğim sınava bir ay kaldığı için başka işim olmadığı her anı okuyarak geçiriyorum. Yeni deneyimiz için de okuma yapmam gerekiyor. Kısacası kendimi muhtelif yüksek binalardan atsam diyorum.

Aşağıdaki fotoğrafları iki hafta önce çektim Vivace diye kahvesi meşhur bir cafede ders çalışırken. Fincandaki cafe niko.

Sunday, February 28, 2010

Pazar Keyfi


Bu sabah saat 10:30 civarında uyandım. Eşim kahvaltı hazırlarken İstanbul'da yaşayan ablamla Skype'ta konuştuk. Bana azman yavrusu kedisi Mia'yı gösterdi. Ne zamandır biz de bir ev hayvanı edinmek istiyoruz; ama oturduğumuz apartman buna izin vermiyor. Önümüzdeki yıl Cambridge'e taşınınca bir köpek alacağız; Avustralya teriyeri. Bu cins köpekler hem çok insan canlısılar hem de çok az tüy döküyorlar. Eğitimleri de oldukça kolaymış. Dört gözle bekliyorum onu eve getireceğimiz günü. Her neyse, ablamla konuştuktan sonra bir süre evde oyalandım. Dün akşamki ziyafetin ardından bir süre bir şey yiyemem diye düşünüyordum ki kahvaltı sonarsı tekrar karnım acıktı. Eşimle bir cafede çalışmaya karar verdik. Hazır çıkmışken de bir şeyler atıştırırız diye düşündük. Kahvesine hayran olduğumuz bir yer var (haha, Seattle'da olunca kahvesine hayran olunan birçok yer oluyor gerçi), adı Stumptown; oraya gitmeye karar verdik. Bu arada eğer nedir bu Stamptown'ın olayı diyorsanız buyurun kendiniz görün: http://www.stumptowncoffee.com/

Burası oldukça küçük bir yer. Biz gittiğimizde oturacak yer bulamadık.


Yer bulamadığımız için biraz daha uzaktaki başka bir cafeye gittik. Buranın adı Cafe Presse. Daha önce hiç görmemiştik burasını. Gidip oturduk. Ders çalışmak için çok uygun. Ücretsiz internet var. Üstelik yemek de servis ediyorlar. Presse'i merak ediyorsanız buyurun  http://www.cafepresseseattle.com/. Kendimize hakim olamayarak meyve ve cevizle servis ettikleri erimiş peyniri ve ardından çok yoğun kıvamlı (neredeyse puding gibi) sıcak çikolatayı midemize indirdikten sonra bir güzel çalıştık. Sunumumun bir kısmını bitirebildim. Sunacağım makaleyi tekrar okudum. Keşke hiç bitmese bugün diyorum. Hava da çok sıcaktı bugün. Böyle bir günün ardından yarın okula gidecek olmak çok da rahatsız etmiyor beni.

Umarım haftanın gerisi de en az bugün kadar güzel geçer.

Saturday, February 27, 2010

Günlerin Getirdiği

Ne zamandır elim gitmiyordu klavyeye. Bir-iki kere oturdum bilgisayarın başına yazayım diye; ama elim boş döndüm ekranın başından. Bugün de yine verimsiz bir gün olacak diye korkuyorum. Son iki haftadır olimpiyat oyunlarını seyredip kendime gaz vermeye çalıştım spor salonuna gitmek için. Eve her gelişimde yorgun olduğumu bahane ederek gitmedim. Dün, daha bir ay önce üzerimde bol duran bir pantolonumun daraldığını görünce artık elim kolum bağlı duramam diye düşündüm. Bu yazıyı bitirdikten sonra gidip biraz egzersiz yapmak istiyorum. Üyesi olduğum spor salonunun bir eğitmen paketi var. Onu almayı düşünüyorum. Eğer spor salonunda beni bekleyen biri olursa tembellik edemem diye düşündüm. Umarım aklımı başıma toplar kalkarım oturduğum yerden.

Yazmadığım haftalarda hayatımda yeni hiçbir şey olmadı. Sadece bu yaz Almanya'da verilecek Computational Vision dersine baş vurmaya karar verdim. Ağustosun 29'undan eylülün 10'una kadar sürecek. Eğer kabul edilirsem benim için çok güzel bir deneyim olacak. Mastır yaptığım zamanlara geri dönmüşüm gibi hissedeceğim. Bilmeyenler için söyleyeyim, Bilişsel Psikoloji mastırımı Leiden Universitesi'nde (Hollanda) yaptım. Hem belki Hollanda'daki arkadaşlarımı ziyaret etme imkanı da bulurum.

Son bir haftadır harıl harıl önümüzdeki perşembe yapacağım sunuma hazırlanıyorum. Sunacağım makale, görsel uyaranların beyinde ilk analiz edildiği yerlerden biri olan V4'teki nöronlarla yapılan bir çalışmayı anlatıyor. Kısaca açıklamaya çalışacağım. Bu tip nöron çalışmaları makak ya da rhesus denilen maymunlarla yapılıyor. Bu maymunların beyinlerine elektrot sokup, ya bir tane ya da bir grup nöronun nasıl aktif hale geldiğini (action potential) kaydediyorlar. Şu zamana kadar yapılan deneyler, V4'te bulunan nöronların, maymun uyarana odaklanınca daha da çok aktif olduklarını gösteriyor. Sunum yapacağım makale, bu nöronların hareketlerinin nasıl maymunun gözle görülür davranışlarına döndüğünü anlatıyor. Çok fazla ayrıntıya girmiyorum; çünkü konuyu tam olarak anlatmam çok uzun sürer; ama ilgilenenler varsa daha fazla bilgi verebilirim konu hakkında. Her neyse, bu hafta sonu Power Point gösterisi hazırlamam da gerekiyor. Yapacak çok iş var hala.

Bu kadar çalışmanın yanında kendime eğlence için de zaman ayırmaya çalışıyorum. Dün akşam bir arkadaşla bir şeyler içmeye gittik Seattle'ın belki de en meşhur bar mekanı Belltown'da. Bu akşam da eşimin ve benim en sevdiğimiz restoranlardan biri olan Coastal Kitchen'a gideceğiz. Burası bizim oturduğumuz yere çok yakın, mutfağını her üç ayda değiştiren bir yer. Şu aralar ne tür yemekler yapıyorlar bilmiyorum; ama yakın geçmişte Tunus, Bask, Şili ve Küba yemekleri yapıyorlardı. Adından da anlaşılacağı gibi deniz ürünlerine ağırlik veriyorlar. Sabırsızlıkla akşam olmasını bekliyorum.

Sunday, February 7, 2010

Hafta Sonu Taneleri

Upuzun bir haftanın sonunda yine cumartesi geldi çattı, iyi de etti. Bizimkilerle Skype'ta konuştuktan sonra B&O'ya kahvaltıya gittik. B&O benim evimden bir blok ötede bir Fransız/Cezayir kafesi/restoranı/barı. Klasik siparişimi verdikten sonra düşünmeye başladım bugünü ne yaparak geçirsem diye. Bir yanım çalışmalısın dedi. Bir yanım eğer dinlenmezsen önümüzdeki hafta daha da yorgun olacaksın dedi. Bir yanım neden yeni bir dil öğrenmeye başlamıyorsun dedi. Bir yanım otur bütün gün roman oku dedi. Bir yanım başladığın örgüyü bitir dedi. Kaç tane yanım olduğuna şaştım. En sonunda örgü ve kitapta karar kıldım. Günümün yarısını örgü örerek diğer yarısını kitap okuyarak geçirdim. Çok iyi geldi. Temiz havada derin derin nefes alıyormuşum gibiydi. Keşke her günümü gönlümden geçeni yaparak geçirebilsem.

Kısa da olsa aklımı boşaltıp biraz dinlenebildiğim için akşam arkadaşlarla yemeğe gitmenin iyi bir fikir olduğuna karar verdik ve International District'teki adını hatırlamadığım Cajun Crawfish restoranına gittik. Cajun sosu çok lezzetli; fakat crawfish dedikleri deniz böceğinin 1 cm'den biraz büyük etini yemek icin bu kadar zahmete değer mi sorusu aklımdan geçmedi değil. Yine de çok lezzetliydi. Ayrıca çok iyi vakit geçirdim.

Şimdi de pazar günümün gerisini nasıl geçirsem diye düşünüyorum. Aklımda Almanca çalışmak var; ama bir yandan da kitap çevirime geri mi dönsem diyorum. Bu hafta sonları hiçbir zaman yeterli değil ki! Yedi gün hafta içi, yedi gün hafta sonu olsa daha üretken olurduk eminim, hem işte hem özel hayatımızda.

Thursday, January 28, 2010

Ya Şunu Ya Bunu Değil, Hepsini!

Ben her gün okula otobüsle gidiyorum. Otobüsümün numarası 43. Downtown Seattle'dan oturduğum mahalle olan Capital Hill üzerinden University District'e gidiyor. Hani bazı duraklar vardır ya İstanbul'da, Mecidiyeköy ve Taksim gibi, büyük çoğunluğun otobüsten indiği, benim güzergahımda da böyle iki durak var. Bunlardan biri benim otobüse bindiğim yerden sonraki ikinci durak, Broadway; ikincisi de benim otobüsten indiğim yerden iki durak önce UW (University of Washington) Medical Center. Hastalar, doktorlar, hemşireler, hemşire adayları ve tıp öğrencileri her sabah arabayı doldurup boşaltıyorlar. Bunların içinde her gün gördüğüm için bana aşina yüzler var. Mesela her sabah otobüse biner binmez iPhone'unu eline alıp haberleri okuyan kız. Koyu eflatun kaşe bir montu var. Bu sabah otobüse binerken okuduğum kitaba daldığım için ("Wolf Hall", Hilary Mantel) bu cici bici tıp öğrencisini farketmedim. İnmeme yakın kitabımı çantama koydum, camdan dışarı bakmaya başladım. Önce Montlake halk kütuphanesinden geçtik, o sırada başlamış olmalı "Ben bu işi yapmayı istiyor muyum?" düşünce dalgası.

Ben otobüsleri bazen tehlikeli bulurum elimde okuyacak bir kitabım yoksa. Binbir düşünceye dalıp çıkmak her ne kadar zevkli olsa da, o sabah biraz huysuz uyanmışsam, düşüncelerim istemediğim sokaklarda dolaşmaya başlıyor çünkü. İşte ben, otobüsten inen insanlara bakıp onların hayatları hakkında fikir yürütmeye çalıştığım anda, bu eflatun mantolu kız çarptı gözüme. Onun hayatı hakkında fikir yürütmeye çalışmadım da acaba tıp doktoru mu olsaydım diye düşündüm. Sonra dedim ki ben sürekli hasta insanlarla çalışırsam mutlu olamam. O zaman avukat olmalıydım dedim. Bu arada hemen ufak bir parantez açıp Amerika'da tıp ve hukuğun lisans derecesi olmadığını belirtmem gerekiyor. Tıp okumak için de hukuk okumak için de dört yıllık bir üniversite bitirmek gerekiyor. Asıl demek istediğim, ben bugün karar versem ben avukat olmak istiyorum diye, sınava hazırlanıp hukuk okullarına başvurabilirim. Ortalamanın üstünde bir okula da girebileceğimi düşünüyorum. Kapatalım parantezi burada. Lisedeyken babam hukuk okumamı isterdi. Üniversite sınavında aldığım puanla girebilirdim bir hukuk fakültesine; ama ben hukuk lafının h'sinden haz etmediğim için hiç "Acaba?" diye bile düşünmedim. Peki şimdi ne oldu da aklımdan bin bir çeşit farklı kariyer planı geçiyor? Bu ülkede avukatlar çok iyi para kazanıyorlar. İşin bu yönü cazip gelmiyor değil; ama insan sırf iyi para kazandırıyor diye sevmediği bir işi yapmamalı. Sonra diyorum ki acaba edebiyat mı okusaydım. Sonra kendime kızıyorum, üniversitede hiç politika dersi almadığım için.

Hemen hemen her yüksek eğitim gerektirecek mesleği aklımdan geçirirken birden Mikelanjelo'yu düşündüm; hem ressam, hem heykeltraş, hem mühendis, hem mimar. Hepsini birden istiyorum ben de. Yazar olmak istiyorum, ameliyatlara girmek istiyorum, avukat olmak istiyorum, edebiyat profesörü olmak istiyorum, bilim kadını olmak istiyorum (bunu az buz da olsa elde etmiş sayılırım), politika ve tarih mastırı yapmak istiyorum, resim yapmak istiyorum (hiç yetenekli değilim), müzisyen olmak sitiyorum, şef (aşçı olanından bahsediyorum) olmak istiyorum, kendi işimi kurmak istiyorum...

İşte bu sabah bütün bunları kendime yakıştırdım, sonra da hüzünlendim. Eminim profesyonel olarak olmasa da bu saydıklarımın hepsini yapmış ya da yapabilen insanlar vardır. Sayıları azdır; ama vardır. Bu ülke böyle bir ülke. Ellerine kelepçe vurup, sen ancak ve ancak mühendis olabilirsin, sen ancak tıp okuyabilirsin demiyorlar. İsteyen istediğini oluyor olabildiğince şanssız, sağlıksız ve fakir değillerse.

Böyle bir yerde olup, elimde seçeneklerim olunca ben de istiyorum. Hepsini istiyorum!

Monday, January 11, 2010

Yağmur

Seattle deyince insanların aklına gelen ilk şey genellikle Tom Hanks ve Meg Ryan'ın unutulmaz filmi Sleppless in Seattle. Bazıları grunge ve Kurt Cobain'i, bazıları Pearl Jam'i, bazıları leziz Seattle kahvesini, bazıları ise bitmez tükenmez zannettikleri yağmuru düşünür. Seattle'ın yağmuru inatçıdır, evet, çoğunlukla; ama insanların inançlarının aksine sağnak yağış azdır bu memlekette. Abartıldığı kadar çok da yağmaz aslında. Seattle'da hava kapalıdır genelde yağsa da (doğal olarak) yağmasa da. Bu kadar laf ettikten sonra diyeceğim şu ki, bugün çok da normal bir Seattle günü değil. Sabahtan beri sağnak yağıyordu. Sanırım bir-iki saattir yağmıyor. Çok ıslanmadan eve gidebileceğim demektir.

Yağmurum da etkisiyle biraz, çok hüzünlüyüm bugün. Lhasa de Sela dinliyordum sabah. İçimi buruyor şarkıları, gözümde yaşlar sıralanıyor yere düşmemek üzere (benim göz yaşlarım hiç inci tanesi gibi düşmez gözümden). Neden diyorum hastalanır insan. Neden soğuk bir kış gecesinde sessizce veda eder insan? Neden içleri parçalar bu veda bu kadar çok? Benim dün haberim oldu. Haberi okuduğumdan beri Lhasa'nın yüzü aklımdan gitmiyor, sesi kulaklarımı dolduruyor. Karanlık, yağmurlu Seattle sa elimden tutmuyor bir türlü. Sırtımı sıvazlamıyor. Islak sokaklarına baktıkça karlı Montreal sokaklarını düşünüyorum; düşündükçe daha da sızlıyor kalbim.

Saturday, January 9, 2010

Utanç ve öfke

Her sabah kalktığımda elimi yüzümü yıkamak vesaire gibi temizlik rutinimi bitirdikten sonra önce emallerimi kontrol edip sonra da haberleri okuyorum. Son zamanlarda Türk medyasında çıkan şiddet, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve linç girişimi haberleri kanımı donduruyor. Ne zamandan beri bu utanç verci haberler hayatımızın bir parçası oldu? Küçüklüğümden beri televizyonda kazara da olsa gördüğüm gaddarlık, şiddet, haksızlık sahnelerini aklımdan çıkaramamak gibi bir sorunum olduğu için genelde savaş ve şiddet filmlerini izleyemem. Son zamanlarda ise haberleri okumakta zorlanır oldum. İşin beni şaşırtan bir diğer kısmı da şu ana kadar kimsenin ne televizyona çıkıp ya da gazetelere konuşup bu utanç verici davranışları sergileyenleri kınayıp, yaptıklarından utanç duymalarını sağlayacak her hangi bir karşı atakta bulunduklarını görmemiş olmam.

Ülkemin gitgide ırkçılaşan insanları benin öfkelendiriyor. Bu durum karşısında, özellikle toplumda etkisi yüksek olan kimselerin sessizliği beni çileden çıkarıyor. Bir millet, insanlığını, medeniyetini ne çabuk unutup barbarlaşabilir? Umuyorum bu olanlar unutlumayacak, insanlık dışı davranışların sahipleri yüzlerinin kızarıklğından insan yüzüne çıkamayacak, gelecek nesiller yaşananlardan ibret alıp yapılan kötülüklere güzelliklerle karşılık verecek. Çok ütopik bir dilek benimkisi, farkındayım. Yirmi Üç Nisan çocuk dileklerinden seçme gibi oldu, evet. Aslında yazacak çok sözüm var; ama hazır değilim henüz. Hala korkarak okuyorum haber başlıklarını. İçimdeki öfke büyüyor. Ben hazır olduğumda ise söyleyeceklerimin yankısı kimsenin okumadığı bu blogun sanal sayfalarında değil, benim gibi yaşananlara seyirci kalmak istemeyenlerin kulaklarında yankılanacak.

...

Sağlığım son iki güne göre oldukça iyi durumda. Evden dışarı çıkmıyorum önlem olarak. Hala biraz öksürüyorum. Önümüzdeki hafataya sağlıklı gireceğim. Yapmam gerekenleri sıralamıştım daha önce. Bir an önce başlayıp, hızlı bir şekilde okuma listemi bitirmem gerekiyor. Bu dönem için heyecanlıyım. Birazdan da çevirime başlayacağım. Ha gayret!

Thursday, January 7, 2010

Arrrgh, hastayım!

Bir hata yapıp bugün okula gittim. Bütün günü acı çekerek geçirdim okulda. Durumum iyice kötüleşti eve gelince. Göğsüm ve sırtım acı içinde. Ateşim de tekrar yükseldi. Asistanlık yaptığım dersin profesörüne mail attim durumumu anlatan. Umarım mailimi zamanında alır. Aksi takdirde hem onu zor durumda bırakmış olacağım, hem de okula gitmek zorunda kalacağım. Kendimi iyi hissetmezsem yarın doktora gideceğim.

Kendimi gerçekten çok kötü hissettiğim için daha fazla yazamıyorum bugün.

Wednesday, January 6, 2010

İkinci gün

Hala evdeyim; ama ateşim 98.9 F'ye düştü. Bu da normale (98.6) çok yakın olduğu için yarın okula gitmeye karar verdim. Asistanlık yaptığım derse ilk haftasında iki kere giremedim. Yarınki derse gidip cuma günü vereceğim dersi hazırlamam gerekiyor. Ders görsel sistemle ilgili. Türkçe karşılıklarını bilmediğim terimler geçecek bu blogta, lütfen kimse alınmasın. Zamanla, bu terimlerin Türkçelerini öğreneceğim elbette. Bu cuma derste beynimizdeki görmeyle ilgili nöronların nasıl çalıştığını anlatacağım. Lateral inhibition, feature detection, on ve off center nöronlardan bahsedeceğim. Karmaşık geliyor değil mi kulağa? Gerçekten de öyle, ama üniversite öğrencilerine verdiğim için bu dersi, konuyu mümkün olduğunca basit tutmam gerekiyor. Elimde kullanabileceğim power point sunumu var; ama başkalarının hazırladığı malzemeyi kullanmaktan hoşlanmıyorum. Bu yüzden en az bir-iki saatimi ayırıp yarım saatlik bir sunum hazırlayacağım.

Asistanlık yapıyor olmanın dışında da yapmam gereken işler var. Örneğin, elimdeki sinyal tespit teorisi kitabının ikinci ünitesini bitirmem ve iki tane de makale okumam gerekiyor. Tabi bu iki makale, bugün okumam gerekenler. Aslında her gün en az iki makale okuyup, sinyal tespit teorisinin bir ünitesini bitirip, geçen dönem öğrendiğim programlama dili ile yeni deneyim için kullanacağım uyarıcıyı nasıl göstermem gerektiğini test etmem gerekiyor. Şimdilik bütün bu işleri yapmaktan oldukça gerideyim. Asistanlık yapınca önceliğiniz malesef size para getiren işi yapmak oluyor. Patronunuza ve öğrencilerinize karşı sorumluluğunuz, kendinize olan sorumluluğunuzun önüne geçiyor. İnsanlar bu yüzden doktoralarını kolay kolay bitiremiyorlar. Özellikle de benim gibi uykusundan feragat etmek istemeyenlerin işi zor.

Benim sorunum sadece asistanlık yapıyor olmak ve uykuyu sevmek değil elbette. Tembelliklerimle el ele dolaşan duygusal hassaslıklarım var. Kendimi duygusal olarak iyi hissetmiyorsam, yaptığım işe odaklanamıyorum. Bu yüzden koca bir yılım boşa geçti desem yalan olmaz. Önümüzdeki yıl Seattle'dan Cambridge'e taşınacağız eşimin okulu için. Uzaktan uzağa doktora bitirmek çok daha zor olacak. Hele de bir labaratuarda yarı zamanlı bir iş bulamazsam, başka bir iş bulmam gerekecek. Bu da tezimi yazmamı yavaşlatacak. Şimdiden çok kafa yormamaya çalışıyorum bunlara. Daha Eylül'e kadar zamanım var.

Bu arada, bugünki yazımla pek bir ilgisi yok; ama size bir dergi önermek istiyorum. Dergi İngilizce yayımlanıyor. Derginin adı Saudi Aramco World. Evinize bedava yolluyorlar. Saudi Aramco bir petrol şirketi. Bu derginin amacını şöyle anlatıyorlar: "Amacımız, Arap ve Müslüman dünyasının kültürünü, tarihini, coğrafyasını ve onun batıyla olan bağlantısını genişletmek." Yanlış anlaşılmasın, dergi İslam misyonerliği yapmıyor. Gerçekten ilginç bir kültür dergisi. Dergiyle ilgili daha fazla bilgiyi www.saudiaramcoworld.com adresinden edinebilirsiniz.




Tuesday, January 5, 2010

Artık ertelemeyeceğim

Çok uzun zamandan beri yazmak, içimden geçenleri paylaşmak istiyordum. Bir-iki başarısız girişimim oldu. En sonunda hep yazmayı bıraktım. Bugün, ertelemeyi bırakmadıkça bir yere varamayacağımı kafama vura vura başlıyorum yazmaya. Aklımda her hangi bir konu yok, ama yaşamla ilgili benim de söyleyecek bir-iki sözüm var. Birisi denk gelir de okumak isterse buyursun faydalansın. Blogun ismi garip gelebilir; ama aslında oldukça anlamlı (tabi müsait olmayan diğer başlıklar daha anlamlıydı; ama olsun, bu da güzel). Alnımız, beynimizin düşünmek ve plan yapmak gibi aktivitelerini gerçekleştiren yerlerinden bir kısmını kaplıyor. Yani aklıma ne gelirse demek istiyorum. Frontal lobuma ne gelirse!

Bugünlerde hasta olduğum için evdeyim. Evde olmadığım zamanlarda psikoloji doktorası yapıyorum. Üçüncü yılımdayım. Her doktora öğrencisi gibi zaman zaman yaptığım şeyin benim için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman ayaklarım bana meydan okuyup evde kalmak istiyor. Zaman zaman doktora yapmak için gereken yeteneğe sahip olmadığımı düşünüyorum. Doktoraya karşı değişen hislerim gibi çalışma alışlanlıklarım da değişiyor. Bu dalgalanımların ortasında beni mümkün olduğunca sabit tutmaya çalışan dünyalar tatlısı bir eşim var. Son iki gündür hasta olduğum için zamanının çoğunu bana hizmet etmeye adamış durumda. Evden çalışıyor olmasına borçluyum bu "yoğun" ilgiyi tabi.

Öksürük silsilesine yakalandığım için bugünki yazımı bitiriyorum. Bu bloga başlamanın yanı sıra araştırma yaptığım alanda önemli bir kaynak kitabı Türkçe'ye çevirmek istiyorum. Bakalım başladığım işi bitirebliecek miyim.