Sunday, November 20, 2011

Yeni Bloğum

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. Hayatım bir süreliğine o kadar karmaşık bir hale geldi ki elim ayağım bağlandı ve çalışmak dışında pek bir şey yapamadım. Bir önceki yazımda aklımda yeni projelerin olduğunu söylemiştim. Aklımdaki fikirler zamanla olgunlaştı ve nihayet ortaya yeni bir blog çıktı. Burayı ne kadar aktif tutabileceğim bilmiyorum; çünkü bütün enerjimi bu yeni bloğa vermek istiyorum. Siz de yeni bloğuma davetlisiniz.

http://batidan.wordpress.com/

Umarım Batıdan'ı beğenir ve arkadaşlarınıza tavsiye edersiniz. Batıdan'da görüşmek üzere.

Monday, June 20, 2011

Yaşam, Ölüm ve Geride Kalanlar

Aklımda yeni projeler var. Henüz bir şey söylemek için erken. O yüzden elimi düşündüğüm işe bulaştırmadan haber vermeyeceğim kimselere. Bakalın altından kalkabilecek miyim?

Bu hafta sonu Lupin'i yürüyüşe çıkarmıştık. Çok sevdiğimiz bir sokak var; şu an oturduğum yere bir blok uzaktan başlıyor ve sekiz-dokuz blok devam ediyor. Çok sakin ve neredeyse büyülü. O güzelim yürüşten dönerken bir evin önünde "Burada eyalet satışı (state sale) var." diye bir tabela gördük. Yaşlı bir çiftin eviymiş. Karı-kocadan biri vefat etmiş diğeri de başka bir yere taşınmış (büyük ihtimalle huzur evine). Kimseleri olmadığından sanırım, eyalet, evlerindeki her eşyayı satıyordu. Antika dolaplar, masalar, çay seti, kitaplar, kıyafetler ve daha neler neler. Yirmi beş dolara gümüş bir çay seti aldık. Normalde fiyati en az bin dolar ediyor. Ben, tanesi bir dolara üç ceket aldım. Kolları biraz kısa; ama üzerime çok iyi oldu. Hiç tanımadığım birinin kıyafetlerini almak biraz garip geldi hele de bu kişinin şu an hayatta olmama ihtimalini göz önünde bulundurunca; ama bir yandan da garip bir bağ oldu sanki aramizda. O evi dolaşırken aklımdan hep bizim yaşlılığımızda nerelerde olacağımız geçti. Anladığım kadarıyla bu çiftin hali vakti yerindeymiş. Acaba neden hiç bir yakınları ya da akrabaları geride kalanlarla ilgilenmek istememiş? Biraz hüzünlendim işte; ama eşim ve ben kendi torunlarımıza yadigar bırakabileceğimiz güzel bir sete sahip olduk. Adlarını bilmesek de bu insanları da bu çay setini her kullanışımızda hatırlayıp anacağız gibi gözüküyor.

Bugünki yazımı Poulsbo'da sevdiğimiz bir pastanede çektiğim bir fotoğrafla bitiriyorum. Ağzınızın tadı bol olsun.

Thursday, June 16, 2011

Kırmızılar

İki gündür kendimi pek iyi hissetmiyorum. Uykusuzum her ne kadar en az sekiz saat uyusam da. Sol gözüm seyiriyor gözümü kırpınca. Sanırım hareketsizlik beni yoruyor. Hareketizlik derken egzersiz yapmamaktan bahsediyorum. Lupin'i çıkardığım uzun yürüyüşler var; ama yürümek kesmiyor sanırım beni.

Ayaklarımın altından akmıyor yol her zamanki gibi; kırmızılarıma rağmen.

Monday, June 13, 2011

Paris'te Gece Yarısı

Fotoğraf makinamı hep hazır durumda tutmam gerekiyor bu şehirde. Örneğin elinde Anna Karenina'sıyla yokuş yukarı yürüyen en fazla on iki, bilemedin, on üç yaşındaki çocuğun resmini buraya koymak çok isterdim. Ben otobüsten ona takdir eden gözlerle bakarken o, izlendiğinden habersiz, kitabına sıkıca sarılmış, arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Portage Bay üzerindeki köprüden geçerken gördüğüm maviliği sözcüklerle anlatmak da güzel olur; ama siz de görün isterdim. Harvard Exit sokağının kuzey ucundaki sessiz, sakin evlere, güzel yeşil bahçelere sizlerin de gözleriniz doymak bilmesin isterdim. Evden çıkarken sanki çok olağan bir dünyaya adımımı atacakmışım gibi çıkıyorum, göreceklerimi, alacağım zevki hiç düşünmeden. Temiz havasını her soluduğumda, sanki derinlik sarhoşluğuna tutulmuşum gibi büyüleniyorum, deniz seviyesininin en az on metre üzerinde olmama rağmen. Bu sabah bu gidişe bir son vermek gerek deyip çıkardım makinamı çantamdan ve yüzümü döndüğüm ilk yerin resmini çektim.



Bütün gün çektiğim tek resim de bu oldu.

Bu arada bu akşam Woody Allen'ın Paris'te Gece Yarısı filmine gittim. Bana nedense Melinda ve Melinda'yı hatırlattı. Nedense diyorum da aslında tipik bir Allen filmi olduğundan. Paris'e hiç gitmedim. Canım arkadaşım T. B. ve sevgili eşim S. E., sizi kıskanıyorum.  Gidin görün derim filmi, geldiğinde sizin oralardaki sinemalara (festivallerde görmediyseniz tabi).

Saturday, June 11, 2011

Dünyanın Merkezi

Elimde Patti Smith'in Just Kids kitabı, kulağımda Slow Club'ın Dance To The Morning Light'ı, dünyanın merkezinde ayaklarımı uzatmış yazı yazıyorum. Güneş ayaklarımın üzerinden yavaşça kayboluyor. Uzaktaki iş makinalarının ışıkları parlıyor. Denizin üzerinde hafif bir sis var.



Bir tanecik Lupin'im yanıma uzanmış. Daha ne isterim?


Seattle ve ben üç ay boyunca baş başayız. Sanırım insan gönlünü birden çok şehre kaptırabiliyor. Bu şehirlerden biri kesinlikle Boston değil; yanlış anlama olmasın. Seattle'la olan romantik ilişkimden kareleri ve aşık olduğum diğer şehirden görüntüleri yaz boyunca burada bulabilirsiniz.

Thursday, April 7, 2011

Boo Hoo

Son birkaç gündür kafam pek karışık. Motivasyonumu kaybettim iş yapmak için. Ne zamandır üstümde dolaşan kara bir bulut bu his. Bir gelip bir gidiyor. Bu sefer biraz kalıcı gibi. Bu yazı Seattle'da geçirip doktora tezim için gerekli olan veriyi toplamak istiyor(du)m. Üç ay içinde bu işi halletmek için dikkatimi başka bir şeye vermeden, deneylerime odaklanmam gerekiyor. Psikoloji bölümünün, danışmanlarından maddi destek göremeyen öğrencilerine tezlerine odaklanmaları için verdiği iki aylık bir burs var. Adı ALCOR. Bu bursa başvurdum ve içinde bulunduğum durumu göz önüne alarak şansımın yüksek olduğunu düşünmüştüm. Bursu gerçekten çok ihtiyacı olan insanlara verdiklerini iddia ediyorlar. Danışmanımla konuşunca öğrendim ki, labaratuar arkadaşım A. S.'ye öncelik vereceklermiş. A. S.'nin okuldaki son yılı bu yıl. Dolayısıyla, eğer ona verirlerse bu bursu, ihtiyaç sahibine vermiş olacaklar; ama süpriiiiz, o, bu bursa benim kadar ihtiyaç duymuyor.

Durumu öğrendiğimden beri tüm isteğimi ve motivasyonumu kaybettim. Bu yaz, düşündüğüm gibi verimli geçmeyecek ve zamanımı yine asistanlık yaparak, sınav, ödev okuyarak geçireceğim. Önümüzdeki yılı tezimi yazarak geçirebileceğimi düşünmüştüm. Tam zamanında mezun olurum diyordum. Söylenecek tek bir şey var: FAIL! Türkçede bu durumu bu kadar iyi anlatan bir sözcük gelmedi aklıma, kusura bakmayın.

Bu şekilde mızmızlanıp, şikayet edince kendime kızıyorum. Yine Türkçelerinden aciz olduğumdan, "Deal with it!', "Suck it up!" diyorum kendime. SUCK IT UP!

Monday, March 7, 2011

Özgürlük

Ofisimde oturmuş bu yazıyı yazarken düşünmeden edemiyorum; acaba kimse okuyabilecek mi yazdıklarımı? Utangaçlık nedeniyle, yazdığım blogtan pek kimseye bahsetmedim. Yazılarımı takip edenler, arkadaşımın bloğu Moda Sanattır sayasinde bulmuşlardır beni diye tahmin ediyorum. Canım ülkemde blogspot'un da birçok başka internet sitesi gibi mahkeme kararıyla kapatıldığını duydum. Sanırım artık yazdıklarımı kimse okuyamayacak. Tabi bu bloğu başka siteye de taşıyabilirim; ama o sitenin de kapatılması an meselesi.

Ülkemde özgürlükler hiçbir zaman sınırsız olmadı. Düşünceleri yüzünden hapse giren, işkence gören, aşırı milliyetçilere hedef gösterilenlerin sayısı yüz kızartıcı seviyede. Sansür hep vardı. Ama, sizce de her şey demokrasi adı altında daha da kötüye gitmedi mi? Farklı olana tahammül iyice azalmadı mı son on yılda? Daha ne kadar bu gerilemeye, kötüleşmeye katlanacağız? Kaderimizin, iki kilo una oyunu satanlar tarafından belirlenmesinden bıkıp usanmadınız mı? Kendi ülkemizde insanca yaşayamaz olduk. Herkese üç çocuk "emri" veren, sokak ağzıyla konuşan, kendi menfaatini halkın menfaatinin önünde tutan, yargıyı, basını, üniversiteleri, kısaca her şeyi ve herkesi sıkı denetiminde tutmak ve kontrol etmek isteyen bu başbakan ve hükümetten kurtulma zamanı gelmedi mi? Dirayetli, seviyeli, zeki bir muhalefetin var olması gerekmiyor mu bu ülkede? Ben artık bu seviyesiz insaların hepimizin hayatını bu derece etkileyip özgürlüklerimizi kısıtlandırmalarına katlanamıyorum. Yalnız omadığımı da çok iyi biliyorum. Umarım sayımız gelecek seçimde bu gidaşata bir dur demeye yeter.

Aslında yazmak istediğim çok şey var Türkiye'de politika, demokrasi, laiklik, muhalefet, medeniyet, eğitim, sivil toplum örgütleri, yargı, basın ve daha birçok hayati önem taşıyan konu hakkında. Kendimi durdurmamın sebebi (en azından şimdilik) sinirlerime tam olarak hakim olamıyor olmak. Yapmak istediğim sadece olan bitenden şikayet etmek değil. Kendimce adı geçen her kavramın benim için ne anlama geldiğini ve yurdumda bu kavramaları nasıl deneyimlememiz gerektiğini yazmak istiyorum. Şu zamana kadar hep kafası pek çalışmayan, (yine aynı sözcügü kullanacağım) seviyesiz, eğitimsiz, kötü niyetli insanları dinledik. Biraz da kafası çalışan, ahlaki değerleri yerli yerine oturmuş, başkalarına ve farklı düşünenlere saygılı, ağzından çıkanı kulağı duyanlar konuşsun. Sesimizi çıkarmazsak daha nelerden vazgeçmemiz gerekecek, düşünmek bile istemiyorum.

Hepinize mutlu, özgür, sansürsüz günler diliyorum.

Monday, January 31, 2011

İşte Kar

Ocağa güle güle demeden birkaç fotoğraf koymak istedim buraya. Resimleri labaratuara yürürken çektim. Bu arada, yarın iki gün sürecek bir kar fırtınası geliyormuş. Sanırım bahçedeki kar bahçe çitiyle aynı yükseklikte olacak. Hepimize mutlu ve sıcak şubatlar.



Thursday, January 27, 2011

Karlar Düşer

Hava -1 derece. Güneş göz alıyor. Her yer karla kaplı. Sanırım bahar gelene kadar yerden kalkmayacak karlar. Yaklaşık bir aydır kar tepelerini aşarak yürüyoruz dışarıda. Lupin'i yürüyüşe çıkaramaz olduk. Bahçede görüyor işini garibim. Geçen günki -20 derecenin ardından dün gece de yine bir kar fırtınası vurdu bizi. Evlere hapsolduk. Müzik zevk vermez oldu şu soğuk evde; oysa ki ne kadar ayıp! Yüksek çıkan kolestrolümüzü düşürmek adına kırmızı ete ve tereyağına ara verdik. Kendimizi işe adadık.

Parmakalarım bilgisayarın tuşlarından ayrılmıyor şimdi. Davida'nın kitabı üzerinde çalışmadığım zamanlarda programlama yapıyorum.

contrast = 0.5.*[255 255 255];
locations = [45 135 225 315];
for i=1:length(locations)
     stimLoc = locations(i);
     Screen('FillOval',windowPointer, contrast,stimLoc);
end
 % Aslında bu koddaki stimLoc'u tam olarak tanımlamak için dört tane koordinat noktası gerekiyor; ama amaç size fikir vermek olduğundan önemsemiyorum.

İki gündür evdeyim. Yarın labaratuara gideceğim. Hava -20 derece olmadığı zamanlarda labaratuara yürüyerek gidip gelmeye karar verdim. Geçen gün köprülerden birinden geçerken çektim bu fotoğrafı.

Charles Nehri karlar altında

Üzerimdeki sıkıntının geçmesini bekliyorum sıkıntı dolu bir heyecanla. Akşmalarımızı 30 Rock renklendiriyor. En azından boğazım ağırmıyor artık. Akan burnaysa çare yok!

Wednesday, January 5, 2011

Ocak

Bir önceki yazımda söylemiştim bugünün bloğumun doğum günü olduğunu. Yazmayı unuttum, bugün babam N.Y'nin de doğum günü. Nice sağlıklı ve mutlu yaşlara babacığım.

Ocakla birlikte ben de artık kendime bir çeki düzen vermeliyim diye düşündüm ve tekrar spor yapmaya başladım. Pazar akşamı S.E.'yle koşmaya başladık. O gün 3.65 mil (5.9 km) koştuk. Ağustostan beri spor yapmadığım için iki gün bacaklarım ağırdı; ama beklediğimden çok hafifti ağrılarım. Bu sabah da 3.55 mil (5.7 km) koştuk. Spor salonunda verilen grup derslerinden birkaçına da gitmeyi planlıyorum. Bu derslerden birinin adı Kardiyo Kaosu. Bu ders, kalori yakmaya yönelik ve yaklaşık bir saat sürüyor. Haftada iki kere veriyorlar dersi. Bir diğer dersin adı Güçlü Karın Kasları. Bu ders on beş dakika sürüyor ve adından da anlaşıldığı gibi sadece karın kaslarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Katılmayı planladığım üçüncü dersin adı Vücut Şekillendirme. Bu da vücuttaki bütün kasları çalıştırmayı amaçlıyor. Son olarak da Mat Pilatesi'ne gitmeyi düşünüyorum. Biraz gerçekçi olup büyük ihtimalle bunlardan sadece ikisine devam edebileceğimi düşünüyorum. Zamanım olsa hiçbirini aksatmam heralde. Geçen yaz devamlı olarak spor salonundaki derslere gitmiştim. Çok da eğlenmiştim. Eğitmenimiz çok tatlı biriydi ve bizi çok zorluyordu. İki yüz elli merdiveni dört kere çıkarıp indiriyordu mesela bazı günlerde, arada dinlenmeden; ama onun sayesinde bacak kaslarım hayatımda hiç olmadıkları kadar güçlendiler. Bu işler zahmetsiz olmuyor. Gerçi onca zahmetin ardından (her seferinde) hissedilen o büyük tatmin duygusu var. İşte o duygu kolay kolay bir şeye değişilmiyor. Tembellik edip de spor yapmayan herkese tavsiye ederim.

Bloğum Bir Yaşında!

Geçen yıl bugün yazmaya başladım alnıma gelen her şeyi. Doğum günün kutlu olsun blog!

Saturday, January 1, 2011

Yeni Bir İlk

İki bin on bir yılının ilk gününden bahsettiğim sanılmasın. Bugün hayatımda ilk defa buz pateni yaptım. Beraber kaymaya gittiğimiz herkes nasıl kayılacağını biliyorlardı ve ilk defa paten yapan biri için çok iyi olduğumu söylediler; ama itiraf etmeliyim ki ben daha iyi kayacağımı düşünmüştüm. Buza ayağımı ilk attığımda hiç kayamayacağımı sandım; ama kenardan tutunarak başladım. S.E ve L.E bana nasıl hız alacağımı ve ayaklarımı ne yöne doğru çevirmem gerektiğini öğrettiler. Birkaç dakika sonra S.E.'nin elinden tutarak da olsa çok hızlı bir şekilde kaymaya başladım. Çok eğlenceliydi; ama daha çok çalışmam lazım. Buz pistinin ortalarına S.E.'nin elini tutmadan gidebilmem lazım. Burada evimize çok yakın bir buz pisti var. Orada kendimi geliştirmyi umuyorum. Bu arada hemen söylemezsem çatlarım. İlk defa kaydım buz üzerinde ve bir kere bile düşmedim. Sanırım orta okul ve lise zamanlarında gözümü kırpmadan seyrettiğim buz pateni şampiyonaları bana bir şeyler öğretmiş.

Çok uzun bir gün oldu bu benim için. Çok yorgunum; ama evimdeyim. Umarım bu yıl daha birçok hoş ilkler yaşarım, yaşarız.