Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. Hayatım bir süreliğine o kadar karmaşık bir hale geldi ki elim ayağım bağlandı ve çalışmak dışında pek bir şey yapamadım. Bir önceki yazımda aklımda yeni projelerin olduğunu söylemiştim. Aklımdaki fikirler zamanla olgunlaştı ve nihayet ortaya yeni bir blog çıktı. Burayı ne kadar aktif tutabileceğim bilmiyorum; çünkü bütün enerjimi bu yeni bloğa vermek istiyorum. Siz de yeni bloğuma davetlisiniz.
http://batidan.wordpress.com/
Umarım Batıdan'ı beğenir ve arkadaşlarınıza tavsiye edersiniz. Batıdan'da görüşmek üzere.
Alnima ne gelirse!
Sunday, November 20, 2011
Monday, June 20, 2011
Yaşam, Ölüm ve Geride Kalanlar
Aklımda yeni projeler var. Henüz bir şey söylemek için erken. O yüzden elimi düşündüğüm işe bulaştırmadan haber vermeyeceğim kimselere. Bakalın altından kalkabilecek miyim?
Bu hafta sonu Lupin'i yürüyüşe çıkarmıştık. Çok sevdiğimiz bir sokak var; şu an oturduğum yere bir blok uzaktan başlıyor ve sekiz-dokuz blok devam ediyor. Çok sakin ve neredeyse büyülü. O güzelim yürüşten dönerken bir evin önünde "Burada eyalet satışı (state sale) var." diye bir tabela gördük. Yaşlı bir çiftin eviymiş. Karı-kocadan biri vefat etmiş diğeri de başka bir yere taşınmış (büyük ihtimalle huzur evine). Kimseleri olmadığından sanırım, eyalet, evlerindeki her eşyayı satıyordu. Antika dolaplar, masalar, çay seti, kitaplar, kıyafetler ve daha neler neler. Yirmi beş dolara gümüş bir çay seti aldık. Normalde fiyati en az bin dolar ediyor. Ben, tanesi bir dolara üç ceket aldım. Kolları biraz kısa; ama üzerime çok iyi oldu. Hiç tanımadığım birinin kıyafetlerini almak biraz garip geldi hele de bu kişinin şu an hayatta olmama ihtimalini göz önünde bulundurunca; ama bir yandan da garip bir bağ oldu sanki aramizda. O evi dolaşırken aklımdan hep bizim yaşlılığımızda nerelerde olacağımız geçti. Anladığım kadarıyla bu çiftin hali vakti yerindeymiş. Acaba neden hiç bir yakınları ya da akrabaları geride kalanlarla ilgilenmek istememiş? Biraz hüzünlendim işte; ama eşim ve ben kendi torunlarımıza yadigar bırakabileceğimiz güzel bir sete sahip olduk. Adlarını bilmesek de bu insanları da bu çay setini her kullanışımızda hatırlayıp anacağız gibi gözüküyor.
Bugünki yazımı Poulsbo'da sevdiğimiz bir pastanede çektiğim bir fotoğrafla bitiriyorum. Ağzınızın tadı bol olsun.
Bu hafta sonu Lupin'i yürüyüşe çıkarmıştık. Çok sevdiğimiz bir sokak var; şu an oturduğum yere bir blok uzaktan başlıyor ve sekiz-dokuz blok devam ediyor. Çok sakin ve neredeyse büyülü. O güzelim yürüşten dönerken bir evin önünde "Burada eyalet satışı (state sale) var." diye bir tabela gördük. Yaşlı bir çiftin eviymiş. Karı-kocadan biri vefat etmiş diğeri de başka bir yere taşınmış (büyük ihtimalle huzur evine). Kimseleri olmadığından sanırım, eyalet, evlerindeki her eşyayı satıyordu. Antika dolaplar, masalar, çay seti, kitaplar, kıyafetler ve daha neler neler. Yirmi beş dolara gümüş bir çay seti aldık. Normalde fiyati en az bin dolar ediyor. Ben, tanesi bir dolara üç ceket aldım. Kolları biraz kısa; ama üzerime çok iyi oldu. Hiç tanımadığım birinin kıyafetlerini almak biraz garip geldi hele de bu kişinin şu an hayatta olmama ihtimalini göz önünde bulundurunca; ama bir yandan da garip bir bağ oldu sanki aramizda. O evi dolaşırken aklımdan hep bizim yaşlılığımızda nerelerde olacağımız geçti. Anladığım kadarıyla bu çiftin hali vakti yerindeymiş. Acaba neden hiç bir yakınları ya da akrabaları geride kalanlarla ilgilenmek istememiş? Biraz hüzünlendim işte; ama eşim ve ben kendi torunlarımıza yadigar bırakabileceğimiz güzel bir sete sahip olduk. Adlarını bilmesek de bu insanları da bu çay setini her kullanışımızda hatırlayıp anacağız gibi gözüküyor.
Bugünki yazımı Poulsbo'da sevdiğimiz bir pastanede çektiğim bir fotoğrafla bitiriyorum. Ağzınızın tadı bol olsun.
Thursday, June 16, 2011
Kırmızılar
İki gündür kendimi pek iyi hissetmiyorum. Uykusuzum her ne kadar en az sekiz saat uyusam da. Sol gözüm seyiriyor gözümü kırpınca. Sanırım hareketsizlik beni yoruyor. Hareketizlik derken egzersiz yapmamaktan bahsediyorum. Lupin'i çıkardığım uzun yürüyüşler var; ama yürümek kesmiyor sanırım beni.
Ayaklarımın altından akmıyor yol her zamanki gibi; kırmızılarıma rağmen.
Ayaklarımın altından akmıyor yol her zamanki gibi; kırmızılarıma rağmen.
Monday, June 13, 2011
Paris'te Gece Yarısı
Fotoğraf makinamı hep hazır durumda tutmam gerekiyor bu şehirde. Örneğin elinde Anna Karenina'sıyla yokuş yukarı yürüyen en fazla on iki, bilemedin, on üç yaşındaki çocuğun resmini buraya koymak çok isterdim. Ben otobüsten ona takdir eden gözlerle bakarken o, izlendiğinden habersiz, kitabına sıkıca sarılmış, arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Portage Bay üzerindeki köprüden geçerken gördüğüm maviliği sözcüklerle anlatmak da güzel olur; ama siz de görün isterdim. Harvard Exit sokağının kuzey ucundaki sessiz, sakin evlere, güzel yeşil bahçelere sizlerin de gözleriniz doymak bilmesin isterdim. Evden çıkarken sanki çok olağan bir dünyaya adımımı atacakmışım gibi çıkıyorum, göreceklerimi, alacağım zevki hiç düşünmeden. Temiz havasını her soluduğumda, sanki derinlik sarhoşluğuna tutulmuşum gibi büyüleniyorum, deniz seviyesininin en az on metre üzerinde olmama rağmen. Bu sabah bu gidişe bir son vermek gerek deyip çıkardım makinamı çantamdan ve yüzümü döndüğüm ilk yerin resmini çektim.
Bütün gün çektiğim tek resim de bu oldu.
Bu arada bu akşam Woody Allen'ın Paris'te Gece Yarısı filmine gittim. Bana nedense Melinda ve Melinda'yı hatırlattı. Nedense diyorum da aslında tipik bir Allen filmi olduğundan. Paris'e hiç gitmedim. Canım arkadaşım T. B. ve sevgili eşim S. E., sizi kıskanıyorum. Gidin görün derim filmi, geldiğinde sizin oralardaki sinemalara (festivallerde görmediyseniz tabi).
Bütün gün çektiğim tek resim de bu oldu.
Bu arada bu akşam Woody Allen'ın Paris'te Gece Yarısı filmine gittim. Bana nedense Melinda ve Melinda'yı hatırlattı. Nedense diyorum da aslında tipik bir Allen filmi olduğundan. Paris'e hiç gitmedim. Canım arkadaşım T. B. ve sevgili eşim S. E., sizi kıskanıyorum. Gidin görün derim filmi, geldiğinde sizin oralardaki sinemalara (festivallerde görmediyseniz tabi).
Saturday, June 11, 2011
Dünyanın Merkezi
Elimde Patti Smith'in Just Kids kitabı, kulağımda Slow Club'ın Dance To The Morning Light'ı, dünyanın merkezinde ayaklarımı uzatmış yazı yazıyorum. Güneş ayaklarımın üzerinden yavaşça kayboluyor. Uzaktaki iş makinalarının ışıkları parlıyor. Denizin üzerinde hafif bir sis var.
Seattle ve ben üç ay boyunca baş başayız. Sanırım insan gönlünü birden çok şehre kaptırabiliyor. Bu şehirlerden biri kesinlikle Boston değil; yanlış anlama olmasın. Seattle'la olan romantik ilişkimden kareleri ve aşık olduğum diğer şehirden görüntüleri yaz boyunca burada bulabilirsiniz.
Bir tanecik Lupin'im yanıma uzanmış. Daha ne isterim?
Thursday, April 7, 2011
Boo Hoo
Son birkaç gündür kafam pek karışık. Motivasyonumu kaybettim iş yapmak için. Ne zamandır üstümde dolaşan kara bir bulut bu his. Bir gelip bir gidiyor. Bu sefer biraz kalıcı gibi. Bu yazı Seattle'da geçirip doktora tezim için gerekli olan veriyi toplamak istiyor(du)m. Üç ay içinde bu işi halletmek için dikkatimi başka bir şeye vermeden, deneylerime odaklanmam gerekiyor. Psikoloji bölümünün, danışmanlarından maddi destek göremeyen öğrencilerine tezlerine odaklanmaları için verdiği iki aylık bir burs var. Adı ALCOR. Bu bursa başvurdum ve içinde bulunduğum durumu göz önüne alarak şansımın yüksek olduğunu düşünmüştüm. Bursu gerçekten çok ihtiyacı olan insanlara verdiklerini iddia ediyorlar. Danışmanımla konuşunca öğrendim ki, labaratuar arkadaşım A. S.'ye öncelik vereceklermiş. A. S.'nin okuldaki son yılı bu yıl. Dolayısıyla, eğer ona verirlerse bu bursu, ihtiyaç sahibine vermiş olacaklar; ama süpriiiiz, o, bu bursa benim kadar ihtiyaç duymuyor.
Durumu öğrendiğimden beri tüm isteğimi ve motivasyonumu kaybettim. Bu yaz, düşündüğüm gibi verimli geçmeyecek ve zamanımı yine asistanlık yaparak, sınav, ödev okuyarak geçireceğim. Önümüzdeki yılı tezimi yazarak geçirebileceğimi düşünmüştüm. Tam zamanında mezun olurum diyordum. Söylenecek tek bir şey var: FAIL! Türkçede bu durumu bu kadar iyi anlatan bir sözcük gelmedi aklıma, kusura bakmayın.
Bu şekilde mızmızlanıp, şikayet edince kendime kızıyorum. Yine Türkçelerinden aciz olduğumdan, "Deal with it!', "Suck it up!" diyorum kendime. SUCK IT UP!
Durumu öğrendiğimden beri tüm isteğimi ve motivasyonumu kaybettim. Bu yaz, düşündüğüm gibi verimli geçmeyecek ve zamanımı yine asistanlık yaparak, sınav, ödev okuyarak geçireceğim. Önümüzdeki yılı tezimi yazarak geçirebileceğimi düşünmüştüm. Tam zamanında mezun olurum diyordum. Söylenecek tek bir şey var: FAIL! Türkçede bu durumu bu kadar iyi anlatan bir sözcük gelmedi aklıma, kusura bakmayın.
Bu şekilde mızmızlanıp, şikayet edince kendime kızıyorum. Yine Türkçelerinden aciz olduğumdan, "Deal with it!', "Suck it up!" diyorum kendime. SUCK IT UP!
Monday, March 7, 2011
Özgürlük
Ofisimde oturmuş bu yazıyı yazarken düşünmeden edemiyorum; acaba kimse okuyabilecek mi yazdıklarımı? Utangaçlık nedeniyle, yazdığım blogtan pek kimseye bahsetmedim. Yazılarımı takip edenler, arkadaşımın bloğu Moda Sanattır sayasinde bulmuşlardır beni diye tahmin ediyorum. Canım ülkemde blogspot'un da birçok başka internet sitesi gibi mahkeme kararıyla kapatıldığını duydum. Sanırım artık yazdıklarımı kimse okuyamayacak. Tabi bu bloğu başka siteye de taşıyabilirim; ama o sitenin de kapatılması an meselesi.
Ülkemde özgürlükler hiçbir zaman sınırsız olmadı. Düşünceleri yüzünden hapse giren, işkence gören, aşırı milliyetçilere hedef gösterilenlerin sayısı yüz kızartıcı seviyede. Sansür hep vardı. Ama, sizce de her şey demokrasi adı altında daha da kötüye gitmedi mi? Farklı olana tahammül iyice azalmadı mı son on yılda? Daha ne kadar bu gerilemeye, kötüleşmeye katlanacağız? Kaderimizin, iki kilo una oyunu satanlar tarafından belirlenmesinden bıkıp usanmadınız mı? Kendi ülkemizde insanca yaşayamaz olduk. Herkese üç çocuk "emri" veren, sokak ağzıyla konuşan, kendi menfaatini halkın menfaatinin önünde tutan, yargıyı, basını, üniversiteleri, kısaca her şeyi ve herkesi sıkı denetiminde tutmak ve kontrol etmek isteyen bu başbakan ve hükümetten kurtulma zamanı gelmedi mi? Dirayetli, seviyeli, zeki bir muhalefetin var olması gerekmiyor mu bu ülkede? Ben artık bu seviyesiz insaların hepimizin hayatını bu derece etkileyip özgürlüklerimizi kısıtlandırmalarına katlanamıyorum. Yalnız omadığımı da çok iyi biliyorum. Umarım sayımız gelecek seçimde bu gidaşata bir dur demeye yeter.
Aslında yazmak istediğim çok şey var Türkiye'de politika, demokrasi, laiklik, muhalefet, medeniyet, eğitim, sivil toplum örgütleri, yargı, basın ve daha birçok hayati önem taşıyan konu hakkında. Kendimi durdurmamın sebebi (en azından şimdilik) sinirlerime tam olarak hakim olamıyor olmak. Yapmak istediğim sadece olan bitenden şikayet etmek değil. Kendimce adı geçen her kavramın benim için ne anlama geldiğini ve yurdumda bu kavramaları nasıl deneyimlememiz gerektiğini yazmak istiyorum. Şu zamana kadar hep kafası pek çalışmayan, (yine aynı sözcügü kullanacağım) seviyesiz, eğitimsiz, kötü niyetli insanları dinledik. Biraz da kafası çalışan, ahlaki değerleri yerli yerine oturmuş, başkalarına ve farklı düşünenlere saygılı, ağzından çıkanı kulağı duyanlar konuşsun. Sesimizi çıkarmazsak daha nelerden vazgeçmemiz gerekecek, düşünmek bile istemiyorum.
Hepinize mutlu, özgür, sansürsüz günler diliyorum.
Ülkemde özgürlükler hiçbir zaman sınırsız olmadı. Düşünceleri yüzünden hapse giren, işkence gören, aşırı milliyetçilere hedef gösterilenlerin sayısı yüz kızartıcı seviyede. Sansür hep vardı. Ama, sizce de her şey demokrasi adı altında daha da kötüye gitmedi mi? Farklı olana tahammül iyice azalmadı mı son on yılda? Daha ne kadar bu gerilemeye, kötüleşmeye katlanacağız? Kaderimizin, iki kilo una oyunu satanlar tarafından belirlenmesinden bıkıp usanmadınız mı? Kendi ülkemizde insanca yaşayamaz olduk. Herkese üç çocuk "emri" veren, sokak ağzıyla konuşan, kendi menfaatini halkın menfaatinin önünde tutan, yargıyı, basını, üniversiteleri, kısaca her şeyi ve herkesi sıkı denetiminde tutmak ve kontrol etmek isteyen bu başbakan ve hükümetten kurtulma zamanı gelmedi mi? Dirayetli, seviyeli, zeki bir muhalefetin var olması gerekmiyor mu bu ülkede? Ben artık bu seviyesiz insaların hepimizin hayatını bu derece etkileyip özgürlüklerimizi kısıtlandırmalarına katlanamıyorum. Yalnız omadığımı da çok iyi biliyorum. Umarım sayımız gelecek seçimde bu gidaşata bir dur demeye yeter.
Aslında yazmak istediğim çok şey var Türkiye'de politika, demokrasi, laiklik, muhalefet, medeniyet, eğitim, sivil toplum örgütleri, yargı, basın ve daha birçok hayati önem taşıyan konu hakkında. Kendimi durdurmamın sebebi (en azından şimdilik) sinirlerime tam olarak hakim olamıyor olmak. Yapmak istediğim sadece olan bitenden şikayet etmek değil. Kendimce adı geçen her kavramın benim için ne anlama geldiğini ve yurdumda bu kavramaları nasıl deneyimlememiz gerektiğini yazmak istiyorum. Şu zamana kadar hep kafası pek çalışmayan, (yine aynı sözcügü kullanacağım) seviyesiz, eğitimsiz, kötü niyetli insanları dinledik. Biraz da kafası çalışan, ahlaki değerleri yerli yerine oturmuş, başkalarına ve farklı düşünenlere saygılı, ağzından çıkanı kulağı duyanlar konuşsun. Sesimizi çıkarmazsak daha nelerden vazgeçmemiz gerekecek, düşünmek bile istemiyorum.
Hepinize mutlu, özgür, sansürsüz günler diliyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)